Türk Büyüklerden Nasihatler
DEDE KORKUT’ UN ÖĞÜTLERİ
Dede Korkutun, on ikinci asrın sonu ve on üçüncü asrın başlarında yaşadığı rivayet edilir. Oğuzların Bayat boyundandır. O, alimdir ve koyu bir Türkçüdür. Onun öğütlerinden bir bölümü…
“Ağız açıp över olsam, Allah demeyince işler düzelmez. Kadir Tanrı vermeyince, er zengin olmaz. Ezelden yazılmazsa, kul başına kaza gelmez. Ecel vakti ermeyince kimse ölmez, ölen adam dirilmez, çıkan can geri gelmez. Bir yiğidin, kara dağ tepesinde malı olsa yığar, derer, ister amma, nasibinden fazlasını yiyemez.
Çağıldayan sular taşsa, deniz dolmaz. Büyüklük taşıyanı Tanrı sevmez. Gönlüne benlik yerleşen kişide devlet olmaz. El oğlunu besleyip, büyütmekle oğul olmaz, büyüğünce bırakıp gider. Külden tepecik olmaz. Güveyi oğul olmaz.
Kara eşek başına başlık vursan, katır olmaz. Cariye’yi süsleyip giydirsen, hanım olmaz. Lapa, lapa karlar yağsa, yaza kalmaz. Zümrüt gibi yeşil çimen, güze kalmaz. Gittiği yerin otlaklarını geyik bilir. Yeşermiş çimenlerin yerini yaban eşeği bilir.
Değişik yolların izini deve bilir. Yedi dere kokularını tilki bilir. Gece vakti kervan göçünü çayır kuşu bilir. Oğul’un kimden olduğunu ana bilir. Erin ağırını, hafifini, at bilir. Ağır yüklerin zahmetini katır bilir. Nerede sızılar varsa, çeken bilir. Gafil başın ağrısını beyin bilir. Azıp gelen kazayı Tanrı sevmez. Tanrı ilmi Kuran güzel, Tanrı evi Mekke güzel, Günlerden Cuma güzel, bir de helal kadın güzel.
Şakağından ağarsa baba güzel. Ak sütünü emdiğin ana güzel. Sevgili kardeş güzel, oğul güzel. Her şeyi yaratan Tanrı güzel. Bilesiniz ki, eski pamuk bez olmaz. Kalleş düşman dost olmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz. Oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın sırrıdır. İki gözünün biridir. Devletli oğul olsa, ocağını gönendirir. Devletsiz oğul olsa, ocağını söyündürür. Oğul da neylesin, babası ölüp malı kalmazsa? Babanın malından ne fayda, başta devlet olmazsa? Devletsizliğin şerrinden Allah saklasın, cümlemizi. Hanım hey! Beyim hey !” demektedir
SULTAN ALPARSLANIN VASİYETİ
Kısa zamanda örneğine az rastlanan zaferler kazanan Cihan Sultanı, Malazgirt’te mağrur Bizans ordusunu yenen, Anadolu’yu Türklere ikinci Anayurt yapan Türk Hakanı Sultan Alpaslan 1029 yılında doğdu. Babası Çağrı Bey’di. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ölümü üzerine 1063’de Hakan oldu. Azerbaycan, Gürcistan, Doğu Karadeniz’den sonra Aral gölünü de aşarak, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Cuma namazından sonra beyaz elbisesini giydi,“Şaman usulü” atının kuyruğunu bağladı ve askerlerine hitaben;
Şehit olursam beni olduğum yere gömün. Bu beyaz elbisem kefenim olsun. Eğer içinizde korkan varsa geri dönsün, karısının kucağına girsin. Ölmek isteyenler, arkamdan gelsin” dedi ve neticede de zafere erdiler. Bu başarıdan sonra Türk ve Müslüman olan Karahanlı devletini ziyarete giden Alpaslan, arkasından bir kale komutanının ani saldırısı sonucu hançerlendi. Her türlü çabaya rağmen kurtarılamadı. Ölümünden önce yaptığı vasiyetinde;
Rabbim! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyorum. Senin uğruna savaştım, bana yardım ettin. Çünkü, sözümde hilaf yoktu. Akıllı ve tecrübeli bir adam bana; ”Kimseyi küçümseme, kendi gücüne de güvenme” diye nasihat etti.
Ama ben bu sözleri ihmal ettim, hata yaptım. Ölüm döşeğinde bunu daha iyi anladım. Ordumun çokluğundan, gücünden, askerlerimin coşkusundan, altımda yerin titrediğini hissettim ve kendi kendime; ”Ben dünya Sultanıyım, bana kimsenin gücü yetmez.
Bu ordu ile Çin’i ve birçok ülkeyi fethederim.” dedim. Bu gurur yüzünden, şimdi bu aciz duruma düştüm. Her bir işe başlarken, Allah’tan yardım dilerdim. Şimdi, oğlum Melikşaha bağlılık yemini edin. Vezirim Nizam-ül Mülk de ona biat edecektir. Çünkü biz Türkler temiz Müslümanlarız, bid’ad bilmeyiz. Hepiniz Allah’a emanet olunuz.” Dedi gözlerini yumdu.
OSMAN GAZİ’ NİN OĞLU ORHAN GAZİYE VASİYETİ
Osman Gazi dünyanın en güçlü, en uzun imparatorluğunu kuran hükümdardır. Derviş gazilerin reisidir. Uç Beyliğinden “Kara Osman Bey, Osman Şah bey, padişah” adlarını aldı. Onun babası ise Ertuğrul gazidir. Horasan’ dan geldi. Anadolu’ da 600 küsur yıl devam edecek bir İmparatorluğun temelini attı. Ölüm döşeğinde iken oğlu Orhan Bey’ e öğüdünde;
Ey oğul! Bugüne kadar tereddütsüz, benim isteğime uydun, sözümü tuttun. Tanrı senin dileklerini yerine getirsin. Benim arzum, mezarımı gümüş kubbenin altına koyasın.
Ey oğul! Anlamadığın konuları alimlerden öğrenip yapasın. İyice bilmediğin hiçbir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri has tutasın. Askerlerine yardım etmede cömert olasın. Çünkü insan, ihsanın kulcağızıdır.
Ey oğul! Asla zalim olmayasın. Cihada devam edesin ki, böylece benim ruhum şad olsun. Alimlere riayet edesin ki, işler düzgün gitsin.
Ey oğul! Askerlerine ve malına ilgi duyup gururlu olmayasın. Bizim mesleğimiz Allah’ın dinini yaymakta, kuru kavga ve cihangirlik değildir. Sana da bunlar yaraşır.
Ey oğul! Daima herkese iyilik ve ihsanda bulunasın. Nerede bir ilim ehli duyarsan ona ikbal gösteresin, yumuşak davranasın ki, alemi adaletinle şenlendiresin, böylece memleket işlerini noksansız göresin” dedi.
ŞEYH EDEBALİ’ NİN OSMAN BEY’ E ÖĞÜTLERİ
Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında yaşayan büyük İslam alimi Şeyh Edebalin’ in doğum tarihi belli değil, 1326 yılında Bilecikte vefat etti. Edebali, kendi parasıyla kurduğu dergahında fakirlere ikramlarda bulundu. Zaman zaman Osman Bey de bu dergahta misafir olarak kaldı.
O, bir gece rüyasında, şeyhin göğsünden bir ay doğup, kendi göğsüne girdiğini sonra buradan bir büyük ağaç bitip dalları dünyayı kapladığını, onun altından birçok nehirler aktığını, insanların bundan yararlandığını gördü, sabah olunca da bu rüyasını Edebali’ye anlattı. O da; “Sen Bey olacaksın, kızım Mal Hatun’la evleneceksin. Benden çıkıp sana giren nur budur.
Senin temiz neslinden bir çok sultanlar gelecek, uzun süre saltanat sürüp bir çok devlete hükmedecek” dedi ve Osman beyi tebrik etti sora da ona öğüt olarak;
“Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğarlar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gördüğün gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyen, görülmeyenler, senin erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.
Oğul! Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma. Gördün, söyleme, bildin bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin, itibar olmaz
Oğul!. Üç kişiye acı: Cahiller arasındaki alime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene. Unutma ki! Yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.”der.
ORHAN GAZİNİN MURAT BEY’E ÖĞÜTLERİ
Orhan Gazi 1281 yılında Söğüt’ te doğdu. Babası Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’dir. Orhan Gazi, iyi eğitimli bir komutan ve devlet adamıdır. O, son derecede uysal, merhametli, kolay kızmaz, kızdığını da hiçbir zaman belli etmezdi. Askerlerini ve halkını oldukça korurdu. Savaşlarda ölümü fazla dilemezdi. Alacağı bölgeyi kuşatma altına alır, son anına kadar teslim olmaları için fırsat verirdi. Kendi soyuna ve kavmine özellikle sahip çıkardı. Onlara öncelik tanırdı. Türk-İslam töresine bağlılığı ile tanınırdı. 1360 yılında rahatsızlandı, ölümünden önce oğlu Murat Bey’ e öğütleri önemlidir:
“Oğul! Saltanatınla mağrur olma. Unutma ki, dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı. Dünya saltanatı geçicidir. Lakin senin için büyük bir fırsattır. Eğer dünyaya “Ahiret” ölçüsü ile bakarsan, ebedi saadete değmediğini göreceksin.
Rumeli Hıristiyanları rahat durmuyor. Sen, o cihete yürü. Rumeli fethini tamamla. Kostantiniyeyi ya fethet, ya da fethe hazırla. Civardaki Türk beylerle iyi geçin. Halk, her ne kadar bizi istese de başlarında bulunan beyler, beyliklerinden vazgeçmezler Onlar, bir zaman daha idare ederler, fazla dayanamazlar, neticede olmuş meyve gibi avucuna düşerler.
Anadolu’da sıkıntı olmazsa, Rumeli meselesini rahat çözersin. Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamağa gayret et. Cennet mekan babam Osman Gazi, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret toprağı “Beylik” yaptı. Biz Allah’ın izniyle, “Beyliği” Hanlığa çevirdik. Sultanlığı ikmal ettik. Sen daha büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez.
Selçukluların varisiyiz, Romanın da varisi biziz. Ey oğul! Hak yolundan ayrılma. Adaletle hükmet. Gazileri ve halkı gözet. Din’e hizmet edene, hizmet etmek şereftir, bunu ihmal etme. Fakirleri doyur, zalimleri cezalandırmada ihmalkar olma. “En kötü adalet geç tecelli eden adalettir.” Sonunda hak yerini bulsa bile, geciken adalet zulümdür. Biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın, Cenab-ı Hak, saltanatını mübarek kılsın.”dedi.
BİLGE- KAĞAN’ IN ÖĞÜTLERİ
Bilge Kağan, altıncı yüzyılın başlarında, yedinci yüz yılın ortalarında, Mancur’ ya dan İran’ a kadar uzanan geniş bölgede, Asya’ nın hakimi olmuş, Orhun Abideleri denilen “Ebedi taşa” yazdırdığı ”Türk Milletinin, Türk devletinin adı, sanı yok olmasın” dediği öğüdünde;
“Ey Türk Oğuz Beyleri! Bu sözümü iyi işitin! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe biliniz ki, Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk milleti! Kendine dön! Milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için, gece gündüz uyumadım, gündüzleri oturmadım.
Kardeşim Kül Tigin ile ölesiye çalıştım. Birleşen milleti dağıtmadım. Türk Kağan Ötükende oturursa, Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben Ötükende oturarak tek başına yurdu idare ettim. Çinlilerin değerli hediyelerine kapılmadım. Buna kapılan ne kadar Türk’ün öldüğünü, Çin boyunduruğuna girdiğini unutmadım. Tanrı yardım etti, Türk kağanı oldum. Dağılmış milletimi topladım.
Fakir milletimi zengin ettim. Azalmış milletimi çoğalttım. Atalarıma layık bir evlat olmağa çalıştım. Ecdadımız törelerine öyle bağlı idi ki, bununla milleti mutlu ettiler. Onlar bilge kağandılar. Sonradan bilgisiz, beceriksiz kağanlar, Çinlilerin hilesine kandılar. Türk milleti, zengin ülkelerini kaybettiler. Türk kağanların cihanı tutan haşmeti maziye karıştı. Bu yüzden Türk yöneticileri köle, Türk kızları da cariye oldu. Türk adı yerine Çince isim kullandılar.
Bu utanç vericidir. Yüce Tanrı, Türk’ün bu haline acıdı, babam İlter Kağanı Türklere Kağan yaptı. Babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu. Kurt önünden kaçan koyunlar dağılıp gittiler.
Babam, Doğudan Batıya at koşturdu.
Türkleri birleştirdi, Türk devletini ihya etti. Ben zengin ve parlak bir millete Han olmadım. Kardeşim ve yeğenlerimle birlikte yemin ettik, Türk milletinin, Türk devletinin adı, sanı yok olmasın diye gündüz oturmadım, gece uyumadım, çalıştım.” Dedi
SULTAN İKİNCİ MURAT HAN’ IN VASİYETİ [1403-1451]
“Gerçi, kim haddim değildir, buseni kılmak değil, Arif olan çün bilur, anı ne lazım söylemek” diyen Sultan Murat, Çelebi Sultan Mehmet’in oğlu ve yeni çağın kapısını açan Fatih Sultan Mehmet Han’ın babasıdır. Büyük bir komutan, alim, şair, musiki ustası, fen ve din ilimlerini inceleyip, bilen bir Hakan’dır.
Varna ve 2. Kosova savaşlarını bileğinin hakkıyla alan, Türkiye’yi üç asır, dünyanın en güçlü devleti olmasının temelini atan bir Sultan’dır. Eğer O, Varna’da başarı sağlanmasaydı, Türkiye’nin geleceği tehlike içinde olacaktı. ”Büyük Türk Hakanı” namıyla tanınan Sultan’a, batı bilimcileri ” O, ince ruhlu, hassas yapılı çok adil, merhametli, sözüne sadık, cesur, azimli, tedbirli, güler yüzlü, düşmana karşı sert davranan bir Hakan’dır” derken, bazı tarihçiler “Türk Rönesans’ını başlatan Hükümdar’dır” diye anlatırlar.
Sultan’ın özel vasiyetini, tam olarak Mithat Sert oğlunun “Vasiyetname” adlı eserinde bulabilirsiniz. O, özet olarak vasiyetinde:
“Ben ki, Ulu Sultan, Büyük Hakan, Arap ve Acem Meliklerinin efendisi, gazi ve mücahitlerin yardımcısı, düşmanların korkulu rüyası, zayıf ve fakirlerin hamisi, denizlerin ve karaların Sultanı Fethin babası, şehit Sultan Beyazid’in oğlu, kutlu Sultan Mehmet oğlu Murat hanım.
Saruhan memleketinde bulunan malımın üçte birini vasiyet ettim. Bu, on bin florin’dir. Bunun bir kısmını fakir-fukaraya, bir kısmını da Mekke ve Medine yoksullarına, bir kısmını Kabe’ye, Mescidi Aksa’ya, Kur’an okuyanlara, muhtaçlara dağıtınız. Daha sonra on bin florin daha harcamanızı istiyorum.
Kırmızı yakut başlıklı yüzüğümü ki, onu 95 bin dirheme aldım. Onu da satasınız, bu para bitene kadar, gece gündüz ruhuma Kur’ an okuyanlara dağıtasınız. Kaşlı yüksüğün parasıyla defnimden sonra okuyup dua edenlere, harcayasınız. Hastalandığım anda ve sonrası kölelerimin hepsi hür olsun.” demektedir
TİMUR HAN’ IN ÖĞÜTLERİ
Timur, Türkistan’ın Kes şehrinde dünyaya geldi. Cenkiz Han’ ın soyundandır. Zamanın alimlerinden ilim ve harp tekniğini, devlet yönetimini öğrenen bir devlet adamıdır. Bir savaşta ayağı yaralanıp topallamasından sonra “Lenk” sıfatını aldı.
Çeşitli tarihçiler onu ”Merhametsiz, kellelerden kale yapan zalimdir, şehirleri yağmaladı, yakıp, yıktı, Yıldırım Beyazıt’la savaşıp, kardeşi kardeşe kırdırdı. Osmanlıların duraklamasını ve İstanbul’un alınmasını elli yıl geciktirdi“ deseler de bu doğru değildir. Ankara savaşını aslında Timur han istemediği halde, Yıldırım Han’ın zorlamasıyla bu felaketin olduğunu ifade edenlerin tespiti de vardır. Ona ”Milliyetçiliğin düşmanıdır” diyenler de çıkmıştır. Fakat Timur, İran seferinde, Şehnamenin yazarı, ünlü şair Firdevs’in mezarına giderek “Kalk, kalk da hiç durmadan kötülediğin mağlup Türk’ü şimdi gör” demişti. O, en az Bilge Kağan kadar özüne bağlıdır. O, Müslüman Türk insanına seslenirken;
“Biz ki, Mülk’ü Turan, Emir’i Türkistan’ız; Biz ki Türk oğlu Türküz; Biz ki, milletlerin en kadimi ve en ulusu, Türk’ün başbuğuyuz diyerek tam otuz altı yıl saltanat sürdüm. Değerli askerlerim sayesinde pek çok yer fethettim ve yirmi yedi ülkenin Hakanı oldum.” diyen.
Timur, Turan, İran, Rum [Anadolu], Suriye, Mısır, Irak, Azerbaycan, Fas, Horasan, Hindistan, Gürcistan, Ermenistan ve Kafkas ülkelerinin birçok yerlerini aldı. Çin’i ortadan kaldırmak için hazırlık yaptı. Tam bu anda büyük bir kış bastırdı. Her yer karla kaplandı. Yine de yola çıktı. Yaşlıydı, Çin sınırına geldi. Burada ordusuna büyük bir geçit töreni yaptırdı, “KUĞU AVI” düzeni aldırdı. Aniden hastalandı, Hekimbaşı Feyzullah, durumunun iyi olmadığını söyledi. Timur, vasiyetini hazırladı ve 19 Mart 1405’de öldü. Cesedi mumyalandı, Semer kant’a defnedildi. O, öğüdünde:
“Oğullarım! Size vasiyetim, milletin rahatlığını sağlayın, dertlerine çare bulun, zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin eline bırakmayın. Adalet ve iyilik rehberiniz olsun. Aradaki nifakçılara fırsat vermeyin. Ölüm döşeğindeki babanızın sözlerini unutmayın.
Benden sonradakilere kurallar koydum. Bunlara sahip çıkarsanız, başarılı olursunuz. Bu öğütlerim uzun deneyimlerim neticesidir; Allah’ın dinini dünyaya yaymaya gayret edin. Adamlarıma güvendim, her birine yetki verdim. Onlar benim gözbebeğimdiler. Düşman üzerine gitmeden, ilim adamlarının görüşünü aldım, bunun faydasını gördüm. Her işimde iyi niyetli ve sabırlı oldum.
Dosta düşmana karşı eşit davrandım. Herkes, makam ve mevkisi ne olursa olsun, kanunlara uymayı ibadet saymalıdır. Komutan ve askerlere, maddi ve manevi yardımı esirgemedim. Onlar da savaşlarda can vermede tereddüt etmediler. Yirmi yedi ülkenin Hakanı oldum. Han elbisesini giydiğim andan itibaren dur durak bilmedim. Gece, gündüz uyumadım. Planlar hazırladım. Askerlerle komutanlar arasında isyan çıktığında sabırlı davrandım, önem vermez göründüm.
Ama asla ilgisiz kalmadım, arasını buldum. Savaşta askerlerle birlikte düşman üzerine saldırdım. Kenara çekilip rahatımı düşünmedim. Şöhretim uzak ülkelere gitti. Adaletten asla ayrılmadım. İyilik yaptım, iyilik gördüm. Suçlulara, suçsuzlara eşit davrandım. Kalp kazandım, adil bir şekilde hükmettim. Disipline önem verdim. Ezileni, ezenin elinden kurtardım.
Suçluya ceza verdim. Suçsuzları korudum. Bana karşı gelenleri, aman dilemeleri halinde affettim. Alimlerle, bilim adamlarıyla sürekli istişare ettim. Onların dileklerini yerine getirdim. İkiyüzlü, kötü fikirli, dalkavuk olanları yanımdan kovdum. Başladığım işi azimle, sabırla yerine getirdim. Kırgınlık, öfke duygularına yer vermedim. Dini, geçmiş Hakanların kanunlarını, ilim adamlarına sorup öğrendim. Onlardan yararlandım. Bir devletin yıkılma ve yükselme sebeplerini araştırdım.
Ona göre hata yapmama yönünü tercih ettim. Yanlışlara düşmemeğe özen gösterdim. Vergilerde adil davrandım. Rüşvete, zulme fırsat vermedim. Bu bir mikroptur. Bulaştığı yeri yok eder. Halkın derdini bizzat yakınen izledim. Büyüklere kardeşim, küçüklere evladım gibi davrandım. Halkımın gelenek ve göreneklerine saygılı oldum. Fethettiğim ülkelerin sevgisini kazandım. Halkın sevdiği kişilere görev verdim. Kusurlu olanları derhal görevden aldım ve cezalandırdım. İdareciler, askerler veya halk arasında zulüm yapanlar tespit edildiğinde gereğini yaptım.
Herhangi bir kabile, bey, benim toplumumda ise, beylerine saygı gösterdim ve onurlandırdım. Benimle dost olanları pişman etmedim. Her türlü yardımı karşılıksız bırakmadım. Özür dileyenleri affettim. Benimle yakın dostluk kuranların hepsi benden iyilik gördü. Hakan olmam, güçlü olmam, bu düşünceme engel olmadı. ”İyilik eden, koruyan” olmaya çalıştım. Oğullarım ve torunlarımın kan bağına önem verdim. Onlar için kötü niyet beslemedim. Herkesi iyice tanımaya gayret ettim.
Leh ve aleyhime olanlarına bakmadım, askerlerime daima saygı gösterdim. Düşmanımın sadık beylerine ve savaşçılarına dostluk gösterdim. Onların savaş esnasında komutanlarını terk edip yanıma gelen düşman, bana göre insanların en kötüsüdür. Toktamış Hanla yapılan savaşta böyle bir olay oldu. Nefret ettim. “Şimdi Hanlarına ihanet edenler, yarın da bana ihanet ederler” diye onlara “hain, alçak” olduklarını söyledim. Tecrübemle şunu da öğrendim; dine inanmayan, kurallarına uymayan bir devlet uzun zaman ayakta kalamaz. Ben devletimin yapısını İslamiyet üzerine kurdum.
Bu konuda yasalar koydum. Biri ordu mensuplarına, diğeri sivillere olmak üzere iki kadı görevlendirdim. Bunların görevi yanlışlardan korumaktır. Camiler, yollar, kervansaraylar, köprüler yaptırdım. Adalet Nazırlığı kurdum. İslam’ı yaymak için yasalarla birlikte devlet idaresine yeni kurallar koydum;
Han başkalarının görüşüne önem vermeli, adaleti gözetmeli, emir ve yasaklar da kararlı olmalı, devlet işlerine yabancıyı sokmamalı, kararından dönmemeli, ordu ve halk üzerinde etkili olmalı, çevresindekilerden şüpheci olmalı, onları iyi tanımalı diye uyarıyorum. “Diyen Timur Han, o günlerde, bugünleri görür gibidir.
AKŞEMSEDDİN’İN ÖĞÜTLERİ
Akşemseddin Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın hocası, bilim ve gönül adamıdır. O, hayatı boyunca, hiç bir kimseye düşmanlık beslemeyen bir veli zattır. İşte onun öğütlerinden bir demet;
1- Toprağa her türlü kötü şeyler atılır, onda hep güzel şeyler biter.
2- Her işe besmele ile başlayın, temiz olun. Daima iyiliği adet edinin. Tembel olmayın. Nimete şükretmesini bilin.
3- Hiç kimseye kızmayın, eziyet ve cefa etmeyin.
4- Uzun ömür isterseniz, başkasının kazancına haset etmeyin, kişileri kötüleyip, haklarında atıp tutmayın. Senden üstün olanların önünde yürümeyin. Dişinizle tırnağınızı kesmeyin. Ayakta pantolon giymeyin.
5- Çok uyumak rızkı azaltır. Gece uyanık olun. Yalınız yolculuğa çıkmayın. Kendinizi methetmeyin, namahreme bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırmayın
6- Düşen şeyi temizleyerek yerseniz, fakirlikten kurtulursunuz.
7- Daima edepli, hoş görülü, cömert olun.
8- Tırnağınızla dişinizi kurcalamayın. Elbisenizi üzerinizde dikmeyin. Cünüp kimse ile yemek yerseniz size gam verir.
9- Yalınız evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebeptir.
10- Hiddet ve kin, gören gözleri kör eder.
11- Boş gezen zengin de olsa zarar eder. Huzura ermenin yolu: “Az yemek, az uyumak, halkla az konuşmak, Allah’ı sık zikretmek.” diye buyurur.
FATİH’İN VASİYETİ VE DUASI
“Ben ki, İstanbul Fatihi aciz bir kul, Fatih Sultan Mehmet, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’ un Taşlık mevkiinde bulunan, hudutları belli olan 136 adet dükkanımı aşağıdaki şartlar gereği vakfı sahih eylerim.
Şöyle ki; bu gayr-i menkulümden elde edilecek gelirlerle, İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler ve yerlere tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, günlük ücretleri yirmişer akçe alsınlar; diğer kalan paralarımı da hastalara, yoksullara dağıtıla, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.” dedi.
Fatih Sultan Mehmet, Bizans’ın alınmasından hemen sonra, İmparatorluk sarayını gezip incelediği sırada, zindanda yaşlı bir papazı gördü. Yanına vardı ve ona; ” Efendi! Neden hapsedildin, suçun neydi?” diye sordu, Oda; ”Sultanım! İstanbul kuşatıldığı sırada İmparator beni huzuruna davet etti ve bana; “Aziz Peder! Türkler İstanbul’a girebilecek mi?” diye sordu.
Ben de ilmime güvenerek Ona; ” Efendim ne yazık ki, Türkler buraya hakim olacaklar“ dedim. İmparator hiddetlendi, işkenceyle beni buraya hapsettirdi.” dedi. Fatih bu olaydan oldukça etkilendi ve papaza şu soruyu yöneltti; “Aziz Peder! İstanbul, bir gün gelir de bizim elimizden de çıkar mı?” dediğinde Papaz;” İçinizdeki fesatçılar, düşmanlar, kendi çıkarlarını düşünüp, devleti soymaya kalkarlarsa ve birde taşınır, taşınmaz mallarını yabancılara satıp, onlardan medet umar duruma düşerlerse, o zaman İstanbul bir başkasının eline geçer” dedi.
Bu söz üzerine Fatih’in tüyleri ürperdi ve oracıkta dizlerinin üzerine çöktü, ellerini açıp “Ya Rab! Ülkemde böyle fesatçılara, devlet düşmanlarına fırsat verme. Onları gazabına uğrat, birlik ve beraberliğimizi bozma “ diye niyazda bulundu. Burada, papazın sözlerini ve Fatihin duasını, aklı selim olan bu günün insanı, bir kez daha düşünmelidir.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’ IN LALASI GAZİ BALI BEY’ E ÖĞÜTLERİ
Kanuni Sultan Süleyman, Zigartvarda on üçüncü seferi sırasında 7 Eylül 1566’da vefat etti. O, iyi bir komutan, teşkilatçı devlet adamı ve ediptir, ileri görüşlü, ömrü seferlerde geçen, 46 yıllık saltanat tecrübesi olan güçlü bir devlet adamıydı.
1526 senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Savaşın’da, Macar ordusunu tamamen yok eden, Gazi Balı Bey, bu başarısından dolayı “Beylik” alameti olan iki tuğu üçe çıkarılmasını, Kanuni’den talep etti. Bunu üzerine Kanuni Sultan Süleyman, Balı Bey’e öğüdünde: “Yadigarım, muhterem Lalam, Gazi Bey! Her iyiliğin kaynağı adalettir. Adil olmayanın elinden çıkan iş, kötü iştir. Peygamberimiz: ”Bir günün adaleti, yetmiş yıllık ibadetten üstündür” buyururlar.
Öyle insanlar vardır ki, ellerinde fırsat yok iken Salih, fırsat geçince de Nemrut kesilirler. Sen tecrübenle onların halini anlayasın. Berhudar olasın. Yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ istediniz. Henüz terfi zamanınız gelmedi. Serasker olduğun yerlerde, yetkili bulunduğun bölgelerde, zulüm ve düşmanlıktan sakınasın. Hizmetinde kullandığın adamların dış görünüşlerine aldanmayasın. Mala, mülke fazla sevgi göstermeyesin. Nefsine gurur getirmeyesin. Askerlerin ihtiyarlarını baba, orta yaşlılarını kardeş, gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara şefkat gösteresin.
Askerlere zorluk vermeyesin. Eğer hazinen tükenirse, masrafım yetmez diye endişe etmeyesin. Sana bir iki bin kese göndereyim. Fakirleri düşünesin, onlara ağır görev verip incitmeyesin. Şiddetten kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffar halkını imrendiresin. Fukaraya, şefkat ve muhabbetle hayır kapılarını açasın. Dürüst insana görev veresin.
İmdi ey Gazi Balı! Sana öğüdüm odur ki, atın yürüğünü, kılıcın keskinini, bey’in bahadırını saklıylasın. Allah Telala, yolunu açık, kılıcını keskin etsin” dedi.
KEÇECİZADE MEHMET FUAT PAŞA’ NIN VASİYETİ [1815-1869]
Fuat paşa;“En kuvvetli devlet, bizim devletimizdir. Zira siz dışardan, biz içerden yıkmaya çalışıyoruz, yinede yıkılmıyor” diyen Türk diplomatıdır. Bu sözleri; yabancı sefirlerle yapılan bir toplantıda, büyük devletlerin gücünden söz edildiği sırada, “Osmanlı devleti bitti” diyenlere karşı sert tepkidir.
Mehmet Fuat Paşa, zeki ve zarif bir devlet adamı idi. Çok çalışkan ve başarılı olduğu için Hariciye Nazırlığı’na getirildi. Açık fikirli olduğu için Sadrazamla ters düştü ve görevinden ayrıldı. Ali Paşa sadaret makamına gelince, yeniden Hariciye Vekaletine atandı. Açık sözlü olmanın bedelini azledilerek ödedi. Bu gidiş, geliş tam altı kez oldu. O, vatanını çok sevmektedir.
Fuat Paşa zayıf, seyrek sakallı, uzun boylu, güzel konuşan, hazır cevap, iyi giyinen, biriydi. 54 yaşında olmasına rağmen 80 yaşında görünüyordu. Birden hastalandı, Fransa’ya tedavi için gitti. Vefatından iki gün önce, hasta yatağında Sultan Abdülaziz Han’a hitaben gönderdiği mektubunda:
“Hünkarım! Şurada yaşayabileceğim birkaç gün yada birkaç saatim kaldı. Size önemli bir konuyu arz etmek istiyorum.
Bu kağıt parçası huzuru Alinize sunulduğunda, ben bu dünyayı terk etmiş olacağım. Sözüm sana sadakatimdendir. Yüce Allah sizi şerefli olduğu kadar, tehlikeli bir vazife ile görevli kılmıştır. Çevrenizde olan tehlikeleri görmeniz ve düşünmeniz gerekir. Vatansever geçinen bazı cahiller, modası geçmiş fikirlerle çevrenizde tehlike arz etmektedir, bunu bilesiniz.
Bana dinsiz diyenler, dini anlamayan, istismarcılardır. Büyük dinimizi terakkiye mani diyenler, şuursuz ve cahil kimselerdir. Ben deniz İslam’ın özünü inceledim. Müfterilere inanmayın. Gerçek hakim olan, ilahi huzura çıkmak üzereyim. Bu dünyayı terk etmek için hazırlanıyorum. Padişahıma, memleketime, dinime karşı nankörlük etmeyeceğimi bilesiniz Yanınızda gerçek dost, vatansever, Osmanlı hayranı, vatanını devletini canından daha aziz bilen, hakanına bağlı, Ali Paşa’ya güveniniz. Bu devleti cahil insanların yönetimine bırakmayacağınıza inancım tamdır.
Gayrı Müslim milletlerden olan paşalarımızın kimler olduğunu siz biliyorsunuz. Ermeni, Musevi, Hıristiyan, kökenlilerdir, özellikle Kostantiniye, Yahudi ya da Ermeni devleti için gizli çalışmalar yapılmaktadır. Onlar arasında eşitlik prensibi ile idare edilirse isyan önlenebilir. Maarif çöküntü içindedir. Büyük dinimizin yüksek hükümlerinin aksine, bizde maarif ağır aksak gitmektedir. Çok değerli müderrislerimiz vardır. Onlardan yararlanmak gerekir.
Ben deniz bu hizmeti yerine getirmeyi başaramadım. Bu uğurda birçok engelle karşılaştım. Bana dinsiz damgası basanların hilafına, kurallara uyarak, İslamiyet’in haşmetini korumağa gayret ettim.
Artık titreyen kalemimle, fazla yazamaz oldum. Dünyayı terk etmeğe hazırlandığım şu anda, iyi niyetimi, düşüncelerimi, dikkat-i nazarınıza almanızı, zatı Hümayununuzdan talep ve istida ederek sözlerime son veririm” diyerek mektubunu bitiriyor.
Bu tarihi gerçekleri bilmeden, yarınlarımıza güvenle bakmamız yanlış olur. Doğuda Eğitim Gönüllüleri, ya da Barış Gönüllüleri adı altında, Hizbullah’ı “din gibi gösterip, dün olduğu gibi bugün de, Türkiye Cumhuriyeti Devletini parçalamak niyetiyle, isim değiştirerek aynen devam etmektedirler. Bu konuda millet olarak duyarlı ve uyanık olmalıyız diye düşünüyorum.
LOKMAN HEKİMDEN OĞLUNA ÖĞÜTLER
Lokman Hekim, Davut Peygamber döneminde yaşayan, hikmetli sözleriyle, hekimliği ile bilinen bir bilim ve gönül adamıdır. Doktorların da Piri olarak tanınır. O, doğru sözlü, emanete riayet eden, gereksiz söz ve işleri yapmayan, hiçbir zaman ölümü aklından çıkarmayan, yeme, içme konusunda boğazına itina eden, haramlardan sakınan, yaptığı iyilikleri ve dostlarından gördüğü kötülükleri unutan bir veli kişidir. O, oğluna diyor ki;
“Ey oğul! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Senin gemin takva, yükün iman, işin tevekkül olsun. Umulur ki, kurtulursun. Sakın akılsızlarla inatlaşma, toplantılarda gösteriş için ilim öğrenme, ihtiyacım yok diye ilimden uzak durma.
Ey oğul! Horoz senden daha akıllı olmasın. O her sabah erken kalkar, görevini yapar da sen uyursan olmaz. Bir de seçilmiş insanlara karşı gelme, kötülerle dost olma, insanlara öğüt vereceğim diye kendini unutma. Sonra mum gibi çevreni aydınlatıp, yanar gidersin
Ey oğul! Yalandan sakın, yoksa itibarın sarsılır, şerefini ve makamını kaybedersin. Kötü huydan korun, sabırsız olma, yoksa dost bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan, insanlara iyi davran. Ey oğul! Üzüntüyü terk et, kalbini serin tut, başkasının servetine göz dikme, kazaya rıza göster, kanaatkar ol, çünkü dünya geçici ve kısadır. Pişmanlığı yarına bırakma, ölüm ansızın gelebilir.
Ey oğul! Susmakla pişman olmazsın. Söz gümüş ise, sukut altındır. Helal lokma ye. Bir işe başlamadan önce bir bilene danış. Yanlış yaptığında kusurunu kabul et, ondan hemen dön. Eğer ölümden şüphe ediyorsan, hiç uyuma. Uykudan uyandığın gibi, öldükten sonrada dirilmek haktır.
Ey oğul! Helal kazançla yoksulluktan korun. Merhamet eden, merhamet bulur. Susan huzura kavuşur, hayır söyleyen kar eder, kötü konuşan yanlış yapar, diline sahip olmayan pişman olur, tembellik eden onun bedelini ağır öder.
Ey oğul! Hiç kimseyi küçümseyip hakaret etme. Hayada, helal mal kazanıp, cömertlikte yarış yap. Kibirden, inkardan, cimrilikten, kötü ahlaktan uzak dur. Sakın başkalarının ayıbını araştırma.
Ey oğul! Bu öğütler bir dağa verilseydi, dağ yarılırdı, parça parça olurdu.” demektedir
ÜNLÜ TÜRK BİLİM ADAMI İBNİ SİNA
Yıllarca Avrupa’ nın örnek aldığı dünyaca ünlü “tıp kanunu” eserinin sahibi İbni Sina, 980 yılı Ağustosunda Buhara’ da dünyaya geldi. O öpeöz bir Türk alimidir. O henüz 10 yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. İlköğrenimine Buhara’da başladı.
Değişik hocalardan matematik, fizik, kimya, felsefe, mantık, kelam, tıp dersleri aldı. Durmadan, yorulmadan okudu ve yazdı. Bir ara metafiziğe ilgi duydu. Takıldığı yerlerde ünlü Türk Felsefecisi Farabi’nin eserlerine başvurdu. Gençlik dönemlerinde İslamın zıttına verdiği bazı kararlardan dolayı tepkiler aldı. Onun hayatını incelediğimizde; tıp dalında olağanüstü keşifler yaptığını birçok hastalığın teşhis ve tedavisinin mucidi olduğunu, medreselerde öğretmenlik yapıp, birçok yerli ve yabancı öğrenci yetiştirdiğini görüyoruz.
İbni Sina, hayatla mücadele ederken, korkunç kasırgalar önünde sürüklenmesine rağmen yılmadan, usanmadan mücadele etmiştir.
O büyük bir filozof, tıb tabibi, güçlü bin mantıkçı, derin bir müsbet ilim erbabıdır. Yazdığı eserlerden dolayı soruşturma geçirmiş, hapse atılmıştır. Ahlaken mazbut, engin bir insan sevgisiyle hizmeti ibadet sayan bir bilim adamıdır. Kazandığı servetinin tamamını hayır işlerine harcamıştır. Ölümüne kadar her gece yüz rekat namaz kıldığı, her üç günde bir Kur’an-ı Kerim hatmettiği bilinmektedir.
Üstadın yazdığı “Tıp Kanunu” ve diğer eserleri Latince’ye, İngilizce’ye, Fransızca’ya, Almanca’ya çevrilmiş ve defalarca baskısı yapılmıştır. Modern tıbbın öncülüğünü yapan İbni Sina’nın eserleri bugün bile kaynak olarak gösterilmektedir.
İbni Sina 1023 tarihinde Sultan Abdütdevle Ebu Cafer’in yanında, onun himayesinde görevini sürdürmüştür. 21 Haziran 1037 yılında hastalandı, hayata gözlerini yumdu. Bu büyük tıp alimi İbni Sina’nın çeşitli hastalıklarda şifalı bitkileri ilaç olarak kullandığını dair O’nun Tıp Kanunu kitabından alıntı yaparak okurlarımızın bilgisine sunacağız. Umarız faydalı oluruz…İbni Sina’nın sağlıkla ilgili öğütleri
Büyük üstad İbni Sina, tıp ilmini şu güzel sözler ile açıklıyor; “Yediğin vakit az ye! İki yemek arası en az dört saat olmalı! Şifa hazımdadır. Hazmedeceğin kadar ye! Mideye ağır gelen şeyden, yemek üstüne yemek yemekten sakının!”
Çok yemenin zararları
1- Çok yemek kalbe yük getirir.
2- Tok olan, acın halinden anlamaz.
3- İbadeti yerine getirmede zorlanır.
4- Güzel bir söz işitse, onu etkilemez.
5- Kendi güzel söylese, kimseye tesiri olmaz.
6- Her türlü hastalığa açık olur.
Bir yanıt yazın