Eğitim, 21.yüzyıl siyasi toplumlarının gelişmişlik göstergelerinden biri sayılıyor. Gelişmiş ülkeler eğitim sorununa harcayacakları çabayı, başka alanlara harcarken, Türkiye’nin hala kronikleşen sorunlarla uğraşagelmesi, çağı geriden takip eden bir toplum havası yaratıyor. 3 Mart 1924 tarihinde yasalaşan 430 numaralı “TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU”, Türk eğitim sisteminin bel kemiği konumundadır. Yasa, esas itibariyle, dönemin devrimci cumhuriyet aydınlarının kafasındaki çağdaş toplum modelini yansıtması bakımından önemlidir. İşin ilginç yanı, günümüzde dahi, bu modele karşı çıkan kimselerin, siyasi iktidar da dâhil birçok alanda, toplumun vicdanını etkileyebilecek pozisyonlara sahip olmalarıdır. Bu gerçek bile, eğitim sisteminin sağlığını sorgulamaya yetiyor.
Madde 1-Türkiye dahilinde bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.
madde 2- Şer’i ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.
Madde 3- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir.
Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehasısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahıyat Fakültesi Tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı dineyinin ifası vazifesi ile mükeelef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.
Madde 5-Bu kanun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askeri rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekaletine merburt olan darüleytamlar,bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur. Mezkür rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu ve Vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muhafaza edecektir. (637 sayılı 22.4.1941 Tarihli kanunla eklenen fıkra). Mektebi Harbiyeye menşe teşkil eden askeri liseler bütçe kadroları ile Müdafaai Milliye Vekaletine devrolmuştur.
Madde 6-İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
Madde 7-İşbu kanunun icrayı ahkamına İcra Vekilleri Heyeti memundur.
Osmanlılar imparatorluktan – sınırların daralmasıyla- devlet sistemine geçiş sürecinde, tarihsel bir olgu ile karşılaştılar. Bu olgu, dinin her alanda etkisinin artmasıydı. Siyasi yapı, sosyal varlıklar, kültürel ortam ve teknolojik imkânların kullanımı, hep bu dini yapı ile birlikte yürümeye başlar. Dinin yanlış yorumlanması neticesinde karşılaşılan durum, dinin gericileşmesine neden olur. Artık, sınırlar, Kuran’ın çağdışı yorumu iken; diğer dini imgeler ise, teknoloji düşmanlığı ve çağcıl düşünüşlere karşı çıkıştır. Durum bundan ibaret iken, batıdan etkilenen küçük bir kesim belirmeye başladı. Her yıkım, diyalektik olarak, yeni bir başlangıç sayılır. Bu varsayımdan hareketle, batılı tarzda eğitim görmüş sivil-askeri aydın sınıfı, inisiyatifi ele alarak, kendi iradelerinin siyasi arenada yansıması için mücadele ettiler. Bu mücadele, çetin bir kavganın ilk yarısıydı ve zihniyet değişimini yansıtıyordu. Bir yanda, dini eğitim kurumları “medreseler” ve pozitif bilimleri kısmen dışlayan eğitim anlayışları; diğer yanda, batının pozitivizmiyle yetişen, laik bir yapıdan yana olan, bürokraside kilit noktaları ele geçirmeye aday yeni nesil. Bu iki kesim, zihinsel yönden tamamıyla ayrışıyorlardı. Aralarında husumet bulunan iki kesimin karşı karşıya gelmesi, bir tarafın kökten tasfiyesinin öncü işaretiydi. Öyle de oldu. Toplumu çöküşe mahkûm eden ve 1500 yıl öncesinin kanunlarıyla 20. yüzyılda yaşayan bir devleti yönetmeye çalışan zihniyet, yenilgiye uğradı. Eğitimde ikilik bu sayede yok olurken, cumhuriyete bağlı milletin, kendine güveni de iyiden iyiye artıyordu. Ancak bu daha oyunun ilk yarısı idi. İkinci yarısı, daha çetrefilli geçecek bu mücadele, laik ve sosyal bir hukuk devletinin inşasının, hangi süreçler neticesinde gerçekleştirildiğini çarpıcı şekilde ortaya koyuyordu.
Eğitim sistemimiz geçirdiği evrimle birlikte iki farklı yöne doğru savrulmaya başladı. Bunlardan ilki, mesleki eğitim alması gereken imam ve hatiplerin eğitimine ilişkindi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla, toplumsal ihtiyaca yanıt verecek, eskinin düzen anlayışını reddeden ve hümanist bakışa sahip kimselerin yetiştirilmesi gerekli görülüyordu. 6 Mart 1951’de ilk imam-hatip okullarının kurulmasıyla, Müslüman bir toplum olarak ifade edilen Türkiye’de dinin ihtiyaçlarının karşılandığı belirtiliyordu. Ancak, bu nokta, aynı zamanda devrimlerden bir sapmaydı. M. Kemal’in yıllar boyu uğraşarak, topluma faydasını göstermeye çalıştığı laik yapı, karşı devrimin ilk üniteleriyle karşılaşıyordu. Dolayısıyla, imam hatipler bir devrimi değil; karşı devrimi yansıtıyordu. Bütün bunlara rağmen, imam hatiplerin meslek lisesi konumunda kalması önemliydi. Zira göreceli olarak yumuşatılmış bir dini eğitim veren bu kurumlardan mezun olanlar, karar mekanizmalarının başına geçtiklerinde, kafalarında canlandırdıkları “dinci toplum ideası”nı gerçekleştirmekten geri durmazlardı. Esasen güncelde yaşadığımız tüm sorunlar, geçmişteki eylemlerden kaynaklanan ve bugün kaşıdıkça kanayan yaralardı. Geçmiş, Türkiye’de daha fazla olmak üzere, geleceği belirliyordu.
Bugün imam- hatip sorununun önemli bir ayağı da, katsayı sorunudur. Dinci iktidarlar, oy aldıkları muhafazakâr kesimleri tatmin etmek için sık sık girişimlerde bulunmaktan kaçınmazlar. Başarıya ulaşana dek, arada bir yoklanan laik yapı, bir gedik bulunduğu anda girilmesi gereken bir mağaradır. Her şey mağaranın karanlığında halledilir. Eşitlik ve adalet duygularının eksikliği, bireysel çıkarların, nihai sonunu müjdeler. Bu son, imam veya hatip olmak için liselere giren gençleri etkileyen mekanizmanın, gerçek amaçlarını ortaya çıkarmaktadır. Bu durum öncesinde iki sonuç çıkabiliriz: İlki, gençlerin iradelerinin hiçe sayılarak, anne baba baskısı neticesinde, bambaşka bir hayata mahkûm edilmelerine ilişkindir. Karar veren, hayatı yaşayan birey değil; geleneksel düşüncesinin pratiğidir. İkinci nokta ise, bazı sinsi kimselerin, din eğitimi yoluyla öğrendikleri teoriyi pratiğe uygulayarak bir taşta iki kuş vurmaları isteğidir. Kadınların ve erkeklerin ayrı sınıflarda öğrenim gördüğü bir kurumda yetişen kimse, elbette ki kadınla erkeği yan yana düşünemez, en azından bu durum ağrına gider. Dolayısıyla, imam hatiplerin yayılan kollarına dikkat etmek gerekir.
Özel okul sorunu ise toplumca tutulduğumuz rahatsızlığın en önemli belirtilerinden birisidir. Yapılan kanunlar ve düzenlemeler, devlet okullarını gözetmekten oldukça uzak görünüyor. Keza, bu gözetme işi, çoğu kez dengeleri özel okullar lehine çevirecek şekilde görmezden geliniyor. Parasını verenin rahatlıkla okuyabileceği, okula girişte herhangi bir başarı şansı aramayan özel okullar, zengin yurttaşlarımızın uğrak adresi oldu. Devletin olanaklarını seferber edebileceği daha kutsal bir görev alanı olamayacağına göre, eksikler bir an önce giderilmelidir. Unutmamak gerekir ki, devlet gediğini kapattığı anda özel okullara da ihtiyaç kalmaz. Aksi halde, bahsedilen olgu çok tehlikelidir. İlk aşamada, çocuğunu özel okulda okutmaya gücü yetmediği için devlet okuluna gönderen kimseler, devletin sorumluluklarını ne derece yerine getirip getirmediğini sorgulamaya başlarlar. Bu haklı sorgulama bir neticeye varmazsa işler daha da karmaşık hale gelir ve devlet düşmanı insanlar yetişmeye başlar. Kısacası, gelir adaletsizliğine doğrudan müdahale etmekten oldukça uzakta bulunan bir devlette yaşayan kimseler, eğitim ve sağlık gibi temel hususlarda, eşitlik çerçevesinde geniş haklara sahip olmalıdırlar. Her birey, sınıf mevcudu sorununu aşmış, kendini geliştirmiş öğretmenler eşliğinde, fiziksel olanakları sağlanmış okullarda okuma hakkına, ücretsiz bir şekilde, sahip olmalıdır. Devlet, bu aşamada, müdahale hakkına sahiptir. Bu bir lüks değildir; sosyal adalet ve eşitlik ilkelerinin gereğidir.
Eğitim sistemimizin savrulduğu ikinci nokta, ekonomik farklılıklarının süreğenleşmesi neticesinde toplum genelinde yaratılan öfkedir. Eşit ve sağlıklı eğitim, özel okullarının açılması ve dershanelerin piyasaya egemen olması ile parçalanma sürecine girdi. Sayıları binleri bulan dershaneler, devlet okullarında yetişen ve yetersiz ücretle çalışan öğretmelerin gelir kapısı oldu. Her mahallede görebileceğimiz dershaneler, eğitimin kalitesizliğinin ifadesidir. Eğer ülkemizde sağlıklı bir eğitim verilmiş olsaydı, Atatürk düşmanı kimseler de bu derece ortalıkta cirit atmaz; gençlik sessiz kalmazdı. Bu üzücü tablo, zengin- fakir ayrımının kurumsallaşmasını göstermesi bakımından önemlidir. Zenginlerin kurumları, özel okullar ve pahalı iken; orta direk devlet okullarında eğitim görmek zorundadır. Bahsedilen sorunu çözmenin birkaç yolu vardır. Bunlar uzun vadeli olsa da çözümü getirebilir.
Birinci olarak, kutsal bir görevi ifa eden öğretmenlere, hak ettikleri değeri ve saygıyı göstermek gerekir. Bu değer gösterme işi, emekle orantılı ücret ile mümkündür. Devlet, kaynaklarını bu kutsal göreve ayırmak zorundadır. İkinci çözüm, dershanelerin kuruluşunu zorlaştırmaktır. Her önüne gelenin dershane açtığı memleket olan Türkiye, bu alanda benzersizdir. Mesele, eğitimi sulandırma boyutundadır. Bu sayede, devlet okullarından özel okullara beyin göçü engellenmiş olur. Üçüncü çözüm ayağı ise, öğretmenlerin ve öğrencilerinin rolleriyle bağlantılıdır. Kabadayı hocalar yerine, öğrencilerin düşüncelerine önem veren öğretmenlerin varlığı, öğrenciyi okuluna bağlar. Kimi kararlar ortak bir şekilde alınabilir. Bu sayede, hocaların otoriter rolünde bir kırılma yaşanabilir. Dördüncü dayanak, ezberci eğitim sisteminin zararlarına ilişkindir. Ezberlemek, koşulların sabitlenerek düşünülmesini ve bu koşullara bağlılığı bildirir. Bu yüzden, değişen koşullara ayak uydurmak daha da zorlaşır. Eğitim sadece teoriyi içermez; aynı zamanda deneyselciliği içererek, bilgilerin yaşamdaki uygulamasını gerektirir. Açıkçası, iyi eğitim kurumlarından mezun olanlar da dâhil olmak üzere, birçok kimsenin karşılaştığı gerçek yaşamla uyum sorunu, bir eğitim sorunu olarak görülebilir. Bilginin, insanı hayata hazırlayan şekilde olması gerekir.
Bütün bunlara ek olarak, eğitim sisteminin tek tipte öğrenci yetiştirmeyi amaçlayan Fethullahçı yapılanmadan uzak durması gerekir. Bu uyarı, ışık evleriyle ve hiyerarşik örgütlenmesi ile dikkati çeken bir cemaati hafife almamak anlamına gelir. Bugün cemaatler her zamandan daha güçlüdürler. Militanlar, eğitimin her alanına sızarak kadrolaşma yoluyla kendi eğitim sistemlerini oluşturmaya devam etmektedirler. tehlike, gözleri ışıktan görmez olmuş siyasilerle daha da belirginleşmektedir. Son tahlilde, Ilımlı İslam Devleti kurmak gibi bir amacı olan bu cemaat, eğitim sorunun kökleşmesine neden olmaktadır. Devletin sözde kaynak kıtlığını bahane ederek vermekten kaçındığı paralar, cemaat tarafından halka yağdırılıyor. Anadolu’dan gelen fakir yurttaş, cemaat evlerinde konuk ediliyor, bursu bağlanıyor ve kalitesiz bir eğitimle sisteme entegre ediliyor. Bu şekilde, potansiyel bir cumhuriyet düşmanı daha kazanıyoruz. Bu süreç, durdurulabilir bir süreçtir; yalnız, çok zamanımızın kalmadığı kanısındayım.
Devlet okullarının kalitesiz eğitim anlayışı sonucunda özel okullara kaçan öğrenciler ile, devletin sosyal yönünün zayıflatılması neticesinde ortaya çıkan f-tipi okullar, Türkiye’nin başını uzun süre ağrıtmaya devam edeceklerdir. Çözüm kolay olmasa da imkânsız değildir. Cumhuriyet felsefesi, eşitlik, adalet ve çağdaşlıktan yanadır; kargaşadan değil. Yaratılmaya çalışılan ortam, devletin rollerinin minimuma indirgenerek, düzeni sağlama rolünün görünmez ellere verilmesidir. Bu ortama karşı çıkış, bütün aydınlanmacıların görevidir.
Bir yanıt yazın