Sidretül Münteha, göğün yedinci (ve son) katında olduğuna inanılan bir yer ya da bir inanışa göre bir ağaç (hünnap ağacı)’tır. Miraç gecesi Cebrail’in Hz. Muhammed’e ikinci duyurusunu (vahiy) burada yapmış olduğuna inanılır.[1]
Sidretürl Münteha, bir izafet terkibi olup “müntehâ sidresi“, yani sidrenin sonu, nihayeti demektir.[2] Sözlükte ise “Arabistan kirazı denilen hoş gölgeli nebk ağacı” anlamındaki sidre ile [3] müntehâ kelimesinden oluşan sidretü’l-müntehâ terkibi “son noktada bulunan sidre” demektir. Terim olarak “Hz. Muhammed’in Miraç gecesi yanında ilâhî sırlara mazhar olduğu ağaç ya da makam” diye açıklanabilir. Kurân’da bir yerde sidretü’l-müntehâ [4], bir yerde yalnız sidre [5] şeklinde geçer. Sidr iki âyette de [6] “ağaç” mânasına gelmektedir. Çeşitli hadis rivayetlerinde yapraklarının yıkanmada kullanılması sebebiyle sidr, ayrıca âyetteki konumu itibariyle sidretü’l-müntehâ yer alır.[7][8]
Mütercim Âsun Efendi meşhur Kamus’unda “sidre” kelimesini şöyle açıklamaktadır:
“Sidre, Arabistan kirazı denilen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gayet koyu ve latiftir“.
Ayrıca Sidretül-Müntehâ’, “Allah’ın zât âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin büyükleri, ne de Peygamberlerin büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Muhammed’e refakat eden Cebrâil de Hz. Muhammed’i buraya kadar götürmüş, buradan ileriye geçmeye izinli olmadığını ifade ederek, bundan sonra Allah’ın daveti sebebiyle Hz. Peygamberin yalnızca gideceğini bildirmiştir.” İşte bu yüzden bu terkip, “son sınır, son hudut ya da sınırın sonu” diye anlaşılmıştır.[2]
Sidretü’l-müntehâ terkibiyle ilgili olarak başlıca iki görüş ileri sürülmüştür. Daha çok kabul gören anlayışa göre sidretü’l-müntehâ semada bulunan, Miraç gecesi yanında Hz. Muhammed’in ilâhî sırlara mazhar olduğu bir ağaçtır. Çünkü terkibin yer aldığı Necm sûresindeki âyetler, Hz. Muhammed’in miracıyla ilgilidir. Yaygın kanaate göre Hz. Muhammed, Miraç gecesi sidretü’l-müntehânın yanında aslî sûretiyle Cebrâil’i görmüştür. Sidretü’l-müntehâyı bürüyen şey ise Allah’ın nuru, melekler ya da bilinmeyen başka şeylerdir.
Sidretü’l-müntehâya bu ismin veriliş sebebi konusunda da çeşitli görüşler vardır. Cennetin son noktasında bulunması, aşağıdan yükselen ve yukarıdan inen şeylerin orada neticelenmesi, yaratılmışlara özgü bütün bilgilerin orada son bulması, ötesinin Allah’tan başkası için gayb âlemi olması gibi görüşler bunlardan bazılarıdır. Taberî, farklı ihtimallerin hepsinin âyetin lafzına uygun olup tercih için kesin bir nakil bulunmadığından bunlardan birinin ya da hepsinin mümkün olabileceğini belirtir.[9]
Bu açıklamaların ortak noktası sidretü’l-müntehânın bir sınırı ifade etmesidir. Burası, Miraç gecesi Hz. Peygamber’in mazhariyeti dışında büyük meleklerin ve peygamberlerin ötesine geçemediği, yaratılmışların ilminin ulaşabileceği son nokta olarak kabul edilir. Yaygın kanaate göre Hz. Muhammed, Miraç gecesi Cebrâil ile sidretü’l-müntehâya kadar gitmiş ve Cebrâil’in daha ileriye gitmesine izin verilmediği için kābe kavseyne olan yolculuğuna refrefle devam etmiştir.[8]
Sidre kelimesinin kökünde (seder / sedâre) “hayret anlamı” da bulunduğundan bu terkibe “en büyük hayret” anlamı verenler de olmuştur. Burası en çok hayret edilen bir makam olduğu halde Kurân-ı Kerîm’de belirtildiği gibi, Hz. Muhammed, ne hayrete düşmüş ne de kendini kaybetmiş, gördüğünü tam ve doğru olarak algılamıştır.[17] Bu görüşü aktaran Râzî ilk anlayışın daha isabetli olduğunu belirtir.[18]
Sidretü’l-müntehâ, hadis rivayetlerinde beyan edildiği üzere cennetin son noktasında kendine özgü bir ağaç da olsa ya da hayret makamı konumunda da bulunsa sınırlı idrak imkânlarına sahip insanların onun mahiyetini bilmesi mümkün değildir. Cebrâil’in bile idrak etmekten âciz olduğu gayb âlemine ait bu varlığın ya da makamın sırrının Allah’a havale edilmesi en isabetli yoldur.
Tasavvufta da sidretü’l-müntehâ hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. İlk sûfîlerden Sehl b. Abdullah et-Tüsterî sidretü’l-müntehâyı “insanî bilginin bittiği yer” diye tanımlamış, bunun Hz. Muhammed’in ibadetlerindeki nurdan oluştuğunu, ilâhî feyizlerin sidre üzerinde ona geldiğini ve ona metanet verdiğini söylemiştir. Aynülkudât el-Hemedânî’ye göre sidre rubûbiyyet ağacıdır, meyvesi ubûdiyyettir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Muhammed, Hz. İbrâhim’in makamı olan 7. semayı geçerek sidretü’l-müntehâya ulaşmış, sonra burasını da geçip kaderleri yazan kalemlerin çıkardığı sesleri işitecek bir noktaya yükselmiştir.
Sidretü’l-müntehâ, peygamberler ve onlara tâbi olan mutlu insanların amellerinin sûretlerinin bulunduğu yerdir, bu sûretler kıyamete kadar burada muhafaza edilir. Bu amellerden yansıyan ışıltılar sidreyi bürümüş ve onu göz kamaştıran bir güzelliğe kavuşturmuştur.
İbnü’l-Arabî sidretü’l-müntehâdaki nur kelebeklerinin ve dört nehrin özel anlamları olduğunu, ancak bunun mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceğini, güçlü bir anlatım yeteneğine sahip bulunan Hz. Muhammed, bu noktada susmayı tercih ettiğine göre insanların da susması gerektiğini söyler. Burada İbnü’l-Arabî’nin miraçla ilgili hususları bazı mânevî ve ilâhî hususların simgeleri olarak gördüğünü belirtmek gerekir. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin açıklamaları da bu yöndedir.[8]
“…Sonra beni Sidretül-Münteha’ya götürdü. Bir de gördüm ki, sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir, yemişleri ise (Yemen’in) Hecer (kasabası) testilerine benzer. Allah’ın emrinden her şeyi bürümekte olan şey Sidre yi tamamıyla bürüyünce bana başka bir hal oldu. Artık Allah’ın yarattıklarından onun güzelliğinin bir kısmını bile anlatmaya gücü yetebilecek hiç bir kimse yoktur… “.[10]
- İbn Mesud’dan gelen rivayette de Resûlullah, Sidretül-Müntehâ’ya varınca yer yüzünden çıkan ve yukarıdan inen burada son buluyor dedi. Allah orada ona kendisinden önce gelen hiç bir peygambere vermediği üç şeyi verdi: Namazlar beş (vakit) olarak farz kılındı. Kendisine Bakara sûresinin son âyetleri verildi ve Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmadıkları müddetçe ümmetine büyük günahlar da bağışlandı. İbn Mesud, “Sidre’nin dört bir tarafı (meleklerle) çevrili iken” [11] âyetini okudu ve “Sidre, altıncı göktedir” dedi. Süfyân “Altından Pervaneler!” dedi ve eliyle işaret edip elini titretti.
- Malik b. Mağfel’den başkası da şöyle diyor: “Yaratıkların ilmi “sidre’de” son bulur ve bunun üstü hakkında bilgileri yoktur“.[12]
- Mürre’nin Abdullah’tan rivayetine göre “Resûlullah, İsrâ gecesinde Sidretü’l-Müntehâ’ya götürüldü ki, sidre altıncı göktedir…“.[13]
- Enes’in rivayetine göre Hz. Muhammed, şöyle buyuruyor: “Ben Sidretü’l-Müntehâya götürüldüm. O, yedinci göktedir. Yemişi Hecer (kasabasının) testileri, yaprakları da fil kulaklarına benziyordu. Dibinden iki zâhir, iki hâtın olmak üzere dört nehir çıkıyordu. “Ya Cibril bu da ne?“dedim. Cibril: “Bâtın olanlar Cennettedir; zâhir olanlar ise Fırat ve Nil’dir” diye cevap verdi”.[14]
Bu iki hadisi sahih kabul edenler onları şöyle telif etmişlerdir: Kökü altıncı gökte, dalları yedinci göktedir.[15]
Sidr denilen bu ağaç Cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin ulaştığı son noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Miraç gecesinde bu mevkiye vardıklarında Cebrail geride kalmış; Hz. Muahmmed, geri kalmasının sebebini sormuş, Cebrail şöyle cevap vermiştir: “Bu makam dostun dostta kalacağı bir makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum. Bundan sonrasını geçmek sadece sana bahşedilmiştir…”.[16]
Sidretü’l-Müntehâ’ denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu tabir kullanılmış ve insanî ilmin son sınırı diye de açıklanmıştır. Gerek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan her âlimin ilmi burada son bulur, ondan ileri geçemez.
Biz âciz insanların Sidretü’l-Müntehâ’yı kesin olarak “şudur ya da budur” diye açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm suresinin 9. âyetine ve hadis-i şerifteki rivayete göre, sadece Hz. Muhammed’e “Kâb-ı Kavseyne” kadar yaklaşmasına izin verillmiştir. Sidretü’l Müntehâ’dan ilerisi gayb âlemidir ki, Allah’tan başka hiç kimsenin ilmine ve bilgisine giremez, yani insanî ilmin son sınırıdır. Buradan ötesi Allah’ın “Zât Âlemi” diye adlandırıldığı için, bu deyimi açık ve seçik bir tarzda ortaya koymamız mümkün değildir.[2]
Kaynaklar
[1] A. Nevzad Odyakmaz, “Dinler Sözlüğü”, Babil Yayınları, İstanbul 2008, s.196.[2] Cihad Tunç, “Sidretül Münteha” maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi.
[3] Kāmus Tercümesi, II, 385.
[4] en-Necm 53/14.
[5] en-Necm 53/16.
[6] Sebe’ 34/16; el-Vâkıa 56/28.
[7] Wensinck, el-Mucem, “sdr” md.
[8] Süleyman Uludağ, “Sidretül Münteha” maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 37, s.151-152.
[9] Câmiu’l-beyân, XIII, 53
[10] Müslim, İmân, 259.
[11] en-Necm, 53/16.
[12] Tirmizi, T. Suver 53.
[13] Müslim’den naklen, Kurtubî, XVII, 94
[14] Kurtubî (Darekütnî’nin lafzıyla Müslim’den naklen), XVII, 94
[15] et-Tehanevi, Keşşafu İstılâhati’l fünün, İstanbul 1984, I, s. 728; Kurtubî, a.g.e., aynı yer
[16] Keşşafu İstilâhati’l-Fünun, “Sidretü’l-Müntehâ” maddesi
[17] en-Necm 54/17.
[18] Mefâtîĥu’l-ġayb, XXVIII, 252-253.
Bunu Paylaş:
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- X'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pinterest'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Linkedln üzerinden paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Tumblr'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- WhatsApp'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Telegram'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Yazdırmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
Bir yanıt yazın