Fatih Sultan Mehmed’le Rum Mimar İpsilanti’nin duruşması
Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti’nin elini kestirmiştir.
Bunun üzerine İpsilanti, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister.
Kadı, Padişah’ı çağırtır. Padişah içeri girdiğinde İpsilanti dâvâcı makamında ayakta durmaktadır. Padişah “maznun” minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi kükrer:
“Begüm, hasmınla mürafaa-i şer’ olunacaksın, (beyim, davacı ile hukuk önünde yüzleşeceksin) ayağa kalk!”
Padişah kalkar. Kendisini savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı Efendi “Kısasa kısas” hükmünü verir: Hüküm gereğince Padişahın da eli kesilecektir.
Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalmışlardır. Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiştir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki, İpsilanti’nin eli ayağı titremeye başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca kendisini Padişahın ayaklarına atar.
“Dâvâmdan vazgeçtim. İslâm adâletinin büyüklüğü karşısında küçüldüm. Böyle bir cihangirin elini kestirip kıyamete kadar lânetlenmeyi göze alamam.”
Fatih’in eli kesilmekten kurtulur. Ama tazminat ödemeye mahkûm olur. Kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden karşılayacak, Rum mimara bir de ev verecektir.
Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadı’ya döner:
“Bak a Hızır Çelebi, bu padişahtır deyu iltimas eyleseydin, şer’-i şerife mugayır hüküm verseydin şu kılıçla başını koparırdım.”
Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, minderin altında duran demir topuzu Padişah’a gösterir:
“Siz de padişahlığınızdan dolayı gururlanıp hükmü tanımasaydınız billahi bu topuzla başınızı ezerdim.” (Bu vukuat “Evliya Çelebi Seyahatnâmesi”nin Millet Kütüphanesi’ndeki Emiri koleksiyonunda bulunan yazma nüshanın birinci cildinin 36. sayfasında detaylı biçimde, ayrıca Abdurrahman Adil’in “Hâdisat-ı Hukukiyye” isimli eserinin 1923’te yayınlanan 12. cüzünün 185-186. sayfalarında özet olarak mevcuttur)
Kanuni dönemi Osmanlı Devleti. Hüsrev Paşa, Mısır Beylerbeyi’dir. Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul’a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören Kanuni Padişah, Mısır’a hemen müfettişler gönderir:
“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?”
Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini Padişah’a arz ederler.
Buna rağmen Kanuni, Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.
Nasıl bir adalet anlayışı ise, zulmün kendisi değil, sadece ihtimali bile beylerbeyi değiştiriyor.
Fransız gezgini ve yazarı A. L. Castellan diyor ki: “Teb’asının hayatına, namus ve haysiyetine, malıyla mülküne hakim sayılan padişahın iradesi Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının kararlarından veyahut Şeyhülislâmın fetvalarından üstün değildir.” (Moeurs, usages, costumes, des Othomans et abrégé de leur historie 1812, c.3, s. 14-15)
Bu ifadeler Osmanlı adaletinin yabancılar tarafından da tescilidir.
Şimdi de M. Porter’i dinleyelim: “Kur’an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir. Savaş, ya da barışla Osmanlı hakimiyetine giren hıristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer. Padişah Hıristiyan ahalinin haklarının da muhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarı görmeye imkân yoktur.”
“Osmanlılarda insan en değerli varlıktır. Çünkü Kur’an böyle diyor. Bu durumda insana baskı ve şiddet uygulanabilir mi?” (İngiliz yazar Th. Thornton, 1807)
A. Ubicini yazıyor: “Bütün Osmanlılar içinde hayat şartlarının eşitsizliğinden şikâyet edebilecek yegane insan padişahtır. Aynı zamanda hem herkesten üstün, hem herkesten aşağı bir vaziyette bulunan padişah, istediği gibi bir evlilik yapma yetkisinden bile mahrumdur.” (S. 122)
Sıra şimdi tarihçi Chalcondyl de: “Osmanlı ülkesinin hiçbir tarafında halktan üstün sayılabilecek beylerle asilzâdelerden oluşmuş hiçbir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur.” (Histoire générale des Turc, Paris, 1662)
“Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâm kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım.” (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877)
İşte bu yüzden hukuk ve adaleti konu olarak seçen organizasyonlara çok ihtiyacımız var. İstanbul iki gündür İlim ve Kültür Vakfı’nın düzenlediği böyle bir sempozyuma ev sahipliği yapıyor. Konusu “İnsanlık Onuruna Lâyık Bir Dünya İçin Adâlet” olan bu sempozyum münasebetiyle bir kez daha anladık ki, Türkiye’nin ve dünyanın yeniden düzelmesinin adaletle çok yakın ilişkisi var.
Sempozyumda yabancı profesörlerden birinin dediği gibi, adâletsiz hayat olmaz.
Yavuz BAHADIROĞLU / vakit
Bir yanıt yazın