Osmanlı Devleti Yönetim Sistemi

Osmanlı Devleti Yönetim Sistemi

OSMANLI PADİŞAHLARI
Osmanlı hanedanı, Oğuzların Kayı boyuna mensuptu. Bu boy, Avşar, Beydili ve Yiva gibi hükümdar çıkaran boylardandı. Bir üç beyliği olarak tarih sahnesine çıkışından itibaren bünyesinin gerektirdiği dini, sosyal ve ekonomik değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Beyliği, kısa bir müddet içerisinde köklü bir devlet haline geldi. Döneminin şartlarına göre çok kısa denilebilecek zamanda, tarihin akışını değiştirecek kadar büyüyen bu
devletin gelişmesini, basit ve bazı tesadüflerle izah etmeye çalışmak mümkün değildir.
Gerçekten, çok geniş topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanlı Devleti, çeşitli din, dil, ırk, örf ve adetlere sahip toplulukları asırlarca adil bir şekilde idare etmişti. Ulaşım teknolojisi bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında, bunca farklı yapıdaki toplulukları cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hakimiyet anlayışının sonucu olmasa gerekir.

M. Fuad Köprülü’nün n bir madde halinde sıraladığı ve Rasonyi’ye göre batılı tarihçilerce de kabul edilen başarının bu sebepleri de pek tatmin edici görünmemektedir. Zira onun işaret ettiği bu on bir maddenin birçoğunda diğer Anadolu beylikleri de ortaktı. Osmanlıların din, ırk ve coğrafi ortam bakımından Anadolu beyliklerinden pek farkı yoktu. Hal böyle olunca Osmanlı başarısının sebeplerini başka sahalarda da aramak gerekir. Öyle anlaşılıyor ki Osmanlılar, diğer beyliklerin sahip olmadıkları veya yapamadıkları bazı şeyleri başarmışlardı. Bu konuyu araştıran pek çok tarihçi gibi Mustafa Nuri Paşa da başlangıçta küçük bir üç beyliği olan bu devletin başarısını, maddi ve manevi sebeplere bağlar. Ona göre bu sebepler şunlardır:

1-Kuruluş dönemindeki hükümdarların tamamı, İslam dinine ve bu dinin prensiplerine bağlı olan kimselerdi. Onlar, hukuki ve şer’i meseleleri bütünüyle kadılara havale etmişlerdi. Bu mevzuda kendilerini halktan ayrı görmezlerdi. Dolayısıyla halktan herhangi birine yapılan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza onlar, hukuk adamlarına baskı yapmadıkları gibi, tamamen İslam hukukunun ruhuna uygun olarak verilen kararlarına da müdahalede bulunmazlardı. Bu da ülke içinde sağlam bir adli mekanizmanın çalışmasına ve adaletin gerçekleşmesine sebep oluyordu. İşte bu adalet anlayışı sayesindedir ki, devletleri büyüyüp gelişti.

2- Osmanlılar, kuruluşlarından itibaren Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı kaldılar. Bu bağlılık, adı geçen devletin varlığına son verildiği ana kadar devam etti. Onların bu bağlılık ve vefalarından dolayı Allah, kendilerini mukafatlandırdı. Zaman zaman ortaya çıkan isyan ve bas kaldırmalarda hep onlara yardımcı oldu.

3- Selçuklu Devleti’nin ortadan kalkması ve Bizans’ın içinde bulunduğu sıkıntılı durumlar yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmaması.

4- Osmanlılar, İslam dünyasının hudud boylarında kurulmuşlardı. Cihad ve ilay-ı kelimetullah için devamlı harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve şöhretleri de artıyordu. Onların bu durumunu öğrenen ve başka ülkeler ile topraklarda yaşayan Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardı. Bu da onların kuvvetlenmesine sebep oluyordu.

5- Osmanlı hükümdarları, ilim adamı ile fazilet ehli kimselere karşı son derece hürmetkar davranıp onları gözetiyorlardı. Devlet için hizmet edip yardımcı olanlara timar arazisi vermek suretiyle onları devlete ortak ediyorlardı. Ayrıca topraklarını genişletip Müslüman nüfusunu artırmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardı. Çıkardıkları kanunlara da sıkı sıkıya bağlı kalıyorlardı. Mustafa Nuri Paşa’ya göre, Osmanlı Devleti’nin kısa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal mertebesine ulaşmasına ve emsallerine göre daha uzun ömürlü olmasına sebep olan amiller, onların bu anlayış ve davranışlarıdır.

Selçuklu-Bizans hududlarında teşekkül eden bir üç beyliğinin, yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak eski Bizans İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurulan bu yeni devlete bir Türk ve İslam damgası vurması hadisesi, çağdaş tarihçiler arasında henüz tam anlamıyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakaşa edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki bu münakaşa daha uzun süre devam edeceğe benzemektedir. Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazı kimseler de bu gelişmeyi padişah şahsiyetlerine, askeri sisteme ve toprak uygulaması gibi maddi manevi bazı unsurlara bağlarlar.

Tarihin uzak dönemlerinden itibaren kurulmuş bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre, Osmanlılarda da ülke, ailenin müşterek mali olarak kabul ediliyordu. Osmanlılarda saltanatın intikalinde yerleşmiş bazı merasimler önemli yer tutmaktadır. Bunların başında bey’at, çulûs ve kılıç kuşanma merasimleri gelmektedir. Saltanatın intikali, başlangıçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padişahta “amûd-i nesebi” denilen babadan oğula geçmek suretiyle olmuştur. Eski Türklerdeki devletin, hanedanın ortak mülkü olma telakkisi Osmanlılarda özellikle Fatih döneminde değişik bir anlayışa bürünmüştür. Kanunnamenin meşhur olan maddesi ile saltanatın babadan oğula intikalinde kolaylık sağlanmıştır. 1617’de İ. Ahmed’in ölümü üzerine “ekberiyet” usûlu benimsenmiş. Daha sonraki dönemde bir iki istisna dışında “ekberiyet ve ersediyet” usûlune göre hanedanın en yaşlı erkek üyesi padişah olmuştur. Hükümdarlık ailesinin reisi olan ve “Ulu Bey” adını taşıyan kişi, aynı zamanda devletin de reisi olurdu. Osmanlı Beyliği’nin ilk zamanlarında da görülen bu adet, İ. Murad zamanından itibaren sadece hükümdarın çocukları için geçerli hale gelmişti. Buna göre belirtilen dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarının hakkı olarak telakki edilmeye başlandı. Bununla beraber bir veliahd tayini söz konusu değildir. Devlet adamları ve askerlerce sevilip takdir edilen şehzade, ölen babasının yerine hükümdar ilan olunurdu.

Osmanlı padişahları çulûslan münasebetiyle çıkardıkları fermanda Allah’ın lütfü ile “bi’l-irş ve’l-istihkak” saltanatın kendilerine muyesser olduğunu ifade ederler. Öyle anlaşılıyor ki ilk dönemlerde devletin kuruluş hamurunda mayası bulunan ahi teşkilatının da bu seçimde büyük bir payı bulunmaktadır. Çok nadir de olsa, zaman zaman padişahların, yerlerine geçecek şehzadeyi devlet ileri gelenlerine vasiyet ettikleri görülmektedir. Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslıların yanında bulunan kardeşi Mustafa Çelebi’nin tekrar hükümdarlık iddiasıyla ortaya çıkma ihtimalini göz önüne alarak hayatından ümidini kestiği sırada yanındaki vezir ve beylerine oğlu Murad’ın hükümdar yapılmasını ve o yetişinceye kadar ölümünün gizli tutulmasını vasiyet etmişti. Böylece Çelebi Mehmed, kardeş kavgasının sebep olacağı politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almış oluyordu.

Biraz önce temas edildiği gibi, Osmanlılarda hükümdarın çocuklarından kimin padişah olacağına dair kesin bir saltanat kanunu yoktu. Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne geçmek için kardeşlerini öldürürlerdi. Kardeş katlı, Yıldırım Bayezid zamanından beri tatbik edilmekle beraber Fatih kanunnamesiyle yazılı hale getirilmiştir. Bu kanunnamede “Ve her kim esneye evladımdan saltanat muyesser ola, karındaşlarını nızam-i alem içün katl etmek münasibtir. Ekser ülema dahi tecvız etmiştir. Anınla amil olalar” denilerek memleketin selameti için kardeşlerin katline bir nevi izin verilmiştir.

Töreye göre Osmanlı padişahı, memleketin sahibi sayılırdı. Bu sebeple tebeasının mali ve canı üzerinde tasarruf hakkı vardı. Vasıtalı vasıtasız bunu kullanırdı. Her türlü kuvvet padişahın elindeydi. Fakat o bunu keyfi olarak değil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak muamelatın icaplarına göre yürütürdü. Fatih Kanunnamesi (s. 16)’nde, padişahın yetkilerini nasıl kullandığına işaretle şöyle denilmektedir: “Ve tuğrayı şerifim ile ahkam buyrulmak üç canıbe müfazzdir. Umur-i aleme müteallık ahkam vezir-i azam buyruldüsü ile yazıla ve malıma müteallık olan ahkami defterdarlarım buyruldüsü ile yazalar. Ve şer’-i şerif üzre deavi hükmünü kadıaskerlerim buyruldüsü ile yazalar.” Bu ifadelerden anlaşıldığına göre bütün dünyevi ve dini idare padişah adına yapılmaktadır. Buna dayanılarak padişahın, dünyevi yetkilerinin idaresinde sadrazamları, dini yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadıaskerleri, daha sonra da şeyhülislamları vekil tayin ettiği söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapılacak tayin ve azillerde padişahın mutlak selahiyet sahibi olduğu bilinmektedir. Bundan başka divan toplantılarında alınan her türlü kararın “arz” yolu ile onun tasdikine sunulması da padişahın nihai karar mercii olduğunu teyid etmektedir.

İslam hukukuna göre devletin başında bulunan hükümdarın, hakkında nass bulunmayan mevzularda tebeasının maslahatını gözeterek çıkardığı kanunlarına uymak dinin emridir. İslam hukukuna göre hükümdar her istediğini yapan ve her türlü arzusuna uyulması gereken bir kişi değildir. O da şer’i hukukun gerektirdiği emirlere uymak zorundadır. Aksi takdirde Hz. Peygamber’in “Allah’ın emirlerine uymayana itaat yoktur” Hadis-i Şerifi ile Hz. Ebu Bekir’in halife seçildiği zaman yaptığı ilk konuşmasında dediği gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar.

Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanlı devlet adamları, bundan başka türlü hareket de edemezlerdi. Zira bu devletin geleneğinde hakim bulunan anlayışa göre “devlette din asıl, devlet ise onun bir fer’idir” Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dini anlayışın dışına çıkmamak için Osmanlılar, kuruluşlarından itibaren İslam fikhina (hukuk) yakından asina olan ülemaya devlet idaresinde yer veriyorlardı. Nitekim Orhan Gazi’nin vezirlerinden Sinan Paşa ile Çandarlı Halil ülemadandi. Esasen, XIV. asır Türk dünyasını gezip onlar hakkında canlı levhalar gibi sağlam bilgiler veren İbn Batuta’nın müşahede ettiği gibi, Anadolu Türkmen beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yanında en şerefli mevkide yer almakta idiler.

Bernard Lewis’in dediği gibi; “Kuruluşundan düşüşüne kadar Osmanlı Devleti, İslam gücünün ve inananın ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi. Osmanlılar, altı yüzyıl, ilk önce esas itibarıyla başarılı olarak, Avrupa’nın geniş bir kısmında İslam egemenliği kurma çabasıyla, daha sonra da Batı’nın amansız karşı saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen hemen devamlı olarak Hıristiyan Batı ile savaş halinde idiler. Yüzyıllar boyu süren bu mücadele, Türk İslamlığının ta köklerindeki kaynakları ile Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısını etkilememezlik edemezdi. Osmanlı hükümdarının halkı, her şeyden önce kendini Müslüman sayardı. Daha önce gördüğümüz gibi Osmanlı ve Türk, nisbeten yeni kullanılan deyimlerdir. Osmanlı Türkleri, kendilerini İslam ile özdeş görmüşlerdir. Diğer herhangi bir İslam ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslamiyet içinde eritmişlerdi. Türk kelimesi, Türkiye’de hemen hemen kullanılmaz iken, Batı’da Müslümanın eş anlamı haline gelmesi ve Müslüman olmuş bir Batılıya, olay İsfahan veya Fas’ta olsa bile “Türk olmuş” denmesi ilginçtir.”

Osmanlı padişahlarının, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri, onların keyfi bir şekilde hareket etmelerine mani oluyordu. Hatta öyle ki, Bazen devlet güvenliği için tehlike teşkil edenlerin durumu bile hükümdarların fevri hareketlerine terk edilmiyordu. Nitekim II. Murad dönemi olaylarından bahs edilirken görüldüğü gibi Haçlılarla birlik olup Osmanlı vatandaşı olan Müslümanları arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoğlu İbrahim Bey’in bu tecavüzünü, İslamla bağdaştıramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet alimlerine müracaatla Karamanoğlunu yola getirmek üzere onlardan fetva istemişti. İbn Hacer el-Aşkalani, Saadeddin Deyri, Abdu’s-Selam el-Bağdadi, Bedreddin Tenesi ve Bedreddin el-Bağdadi gibi dört mezheb otoritesi, onun, Karamanoğlu ile mücadele etmesi için fetva vermişlerdi. Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoğlu üzerine yürümüştü. Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafına topladığı bazı çapulcularla birlikte isyan başlatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike haline gelen Şeyh Bedreddin Mahmud, yakalandığı zaman hemen öldürülmedi. Hareketinin İslam’a uygunluk derecesinin araştırılması ve cezanın, alimler tarafından kurulacak bir heyet tarafından takdir edilmesini bizzat padişah istemişti. Padişahlar, her zaman bir kurulun danışma niteliğindeki kararlarını almazlarsa bile hiç olmazsa en az şeyhüliSlam veya müftüden fetva aldıktan sonra hüküm verirlerdi. Onların bu emir ve iradeleri, hatt-ı humayün, biti, ferman, berat, irade, ahidname ve emanname gibi belgelerle ifade edilirdi. Bunlardan hatt-ı humayunun bizzat padişahın kendi el yazısı olduğu, diğerlerinin onun adına Divan-ı Humayundan çıktığı bilinmektedir.

Osmanlılarda, devlet işlerinde kesin bir karar verilmeden önce, işler, Divan’da görüşülürdü. Bu görüşmelerden sonra son karar hükümdarın olurdu. Hükümdarın herhangi bir mesele hakkında verdiği karar ve kesin olarak beyan ettiği fikir, kanundu. Bununla beraber padişah, devlet işleri ile ilgili meselelerde şer’i ve hukuki konularda gerekli gördüğü kimselerle görüşüp onların fikirlerini alırdı. Bu durumdan anlaşılacağı üzere zahiren geniş ve hudutsuz selahiyeti olduğu görülen padişah, gerçekte bir takım kanunlarla bağlı di. Bu da bir devletin devam ve bekası için şarttı. Osmanlı hükümdarlarının ilk ve en kudretli zamanlarında bile divan kararlarına tamamen riayet ettikleri ve alınan kararların dışına çıkmadıkları görülmektedir.

Osmanlı padişahları, XVI. yüzyıl sonlarına kadar şehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun kollarında komutanlık yaparak memleket idaresinde ve muharebe usûllerinde tecrübe kazanıyorlardı. Hükümdar oldukları zaman bu bilgi ve tecrübe birikiminden istifade ediyorlardı. Osmanlı hükümdarları, ordularının başkomutanı idiler. Büyük ve önemli savaşlara bizzat kendileri iştirak edip komutanlık yapıyorlardı. Küçük savaşlara ise selahiyetli bir komutan tayin ediyorlardı.

Fatih Sultan Mehmed döneminin ortalarına kadar Osmanlı padişahları, Divan-ı Humayuna başkanlık ederlerdi. Divan’da halkı ve devleti ilgilendiren işleri görüp gereken hükümleri verirlerdi. Hastalık veya başka bir sebepten dolayı padişahın iştirak etmemesi halinde onun yerine vezir-i azam başkanlık ederdi. Solakzade’nin bir ifadesine dayanılarak Fatih’in, Divan başkanlığını terk edişi şöyle bir hadiseye bağlanır: Bir gün Fatih’in başkanlığında Divan toplantısı yapıldığı sırada işini takip etmek üzere payitahta gelmiş olan bir Türk köylüsü, Divan çavuşlarının ellerinden kurtularak toplantı yerine girer ve “Devletlû Hünkar kanginizdir, şikayetim var” demiş. Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket, padişahın canını sIkmış. Vezir-i A’zam Gedik Ahmed Paşa’nın tavsiyesiyle hükümdarın Divan müzakerelerini bir perde arkasından dinlemesi ve vezaret mührünün yanı mühr-i humayunun vezir-i a’zama verilmesi sistemi kabul edilmişti. Bundan sonra adı geçen vezir-i a’zamın teklifi üzerine padişahlar için toplantı mahallinin arkasında biraz yüksekçe ve onu kafesli bir yer yapılmıştı. Bundan sonra padişahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye başlamışlardı.

Bu hadiseden sonra Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine başkanlık etmeyip bir perde veya kafes arkasından dinlerdi. Meşhur kanunnameşinde de “Cenab-ı şerifim pes-i perdede oturup” demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmişti. Görüldüğü gibi II. Murad da dahil olmak üzere Osmanlı hükümdarları devamlı olarak halkla temasta bulunuyor, bizzat davaları dinleyip devlet işlerini görüyorlardı.

Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her fırsatta halka yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bunu bilen halk, şikayet, taleb ve arzularını çeşitli vesilelerle hükümdarlara ulaştırıyordu. Bu anlayış, kökleri mazide olan eski bir an’anenin yerleşmesine sebep oluyordu. Bu an’anelerden biri, Hz. Peygamber’den beri devam edegelmekte idi. Buna göre Medine şehir devletinde, oldukça sade bir yapı içerisinde halk, külfetsizce Hz. Peygamber ile görüşüyordu. Şüphesiz ki bu davranış, daha sonraki Müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek teşkil ediyordu. Hülafa-i Raşidin döneminde gelişen fetihlerle büyüyen idari yapıda, çok farklı inanç ve düşüncede olan kimselerin mevcuT olması, bazı suikast ve cinayet ihtimallerini de akla getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarında bazı tedbirlerin alınması ihtiyacı doğdu.

Halk ile Osmanlı hükümdarları arasındaki münasebeti sağlayan çeşitli vesileler vardı. Cuma ve bayram namazları, ava çıkma, İstanbul’un içi ve çevresindeki mesire yerlerine, saray ve kasırlara yapılan ziyaretler, halka hükümdara ulaşma imkanı veren fırsatlardı.

Osmanlı hükümdarları, daha Osman Bey’den itibaren meşru mazeretlerinin dışında Cuma namazını sarayın dışında ve halka açık bir camide kılmaya büyük bir itina gösteriyorlardı. Bu durum, vekayıname, hatırat ve seyahatnamelerden açıkça anlaşılmaktadır. Cuma selamlığı sırasında üzerinde durulması gereken en önemli husus, halkın dilek ve bilhassa şikayetlerini bizzat hükümdara ulaştırmış olmasıdır. Osmanlı tarihi boyunca bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Aslında Osmanlı Devleti’nde tebeanın padişaha ulaşması yerleşmiş bir gelenekti.

Padişahların zaman zaman kıyafet değiştirerek halk arasında dolaşıp kamuoyunu yoklamaları (tebdil gezmeleri), günlük hayatları, yemekleri, İstanbul ve civarında çeşitli gezintiler’ saltanat kurumu açısından önemli hususlardır.

Gerek günümüzde gerekse tarihteki devletlerde olduğu gibi Osmanlılarda da hükümdarın hakimiyet (egemenliğini)’ini temsil eden ve adına “Hükümdarlık alametleri” denilen işaret ve semboller vardı. Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna göre kuruluş döneminde Osmanlı padişahlarının hakimiyet sembolü olan hükümdarlık alametleri şunlardır: Payitaht, saray, çadır (otağ), taht, taç, hutbe, sikke, unvan ve lakaplar, nevbet, kılıç, bayrak, tiraz, tuğ.

Padişahların kullandıkları ünvanlar, bunların kullanıldığı yerler Osmanlı hakimiyet anlayışı açısından önemlidir. Halil İnalcik (“Padişah”, iA, İX) bunları, şer’i ve örfi ünvanlar olarak iki kısımda değerlendirmekte ve resmi belgelerde bunların itina ile kullanıldığına işaret etmektedir. Bunlar: bey, han, hakan, Hüdavendigar, gazi, kayzer, sultan, emir, halife ve padişah gibi ünvanlardır. Bundan başka Yavuz Sultan Selim, Mercidabık zaferinden hemen sonra Haleb’de “Hadimu’l-Haremeyn eş-Şerifeyn” unvanını kullandı. Bu unvan daha sonraki padişahlarca da kullanıldı.

OSMANLI ŞEHZADELERİ

XIV. asrın sonları ile XV. asırda, diğer Anadolu beyliklerinde de görüldüğü gibi “çelebi” unvanı ile de anılan Osmanlı hükümdar çocuklarına, şehzade ismi verilmekte idi. Menşe’ ve manasi tam olarak tespit edilemeyen ve Türkçe bir kelime olan “çelebi” kelimesinin ilk defa Anadolu’daki Türkler tarafından kullanıldığı ifade edilmektedir.

Osmanlı şehzadeleri babalarının sağlığında yüksek haşlarla bir sancağın idaresine (sancağa çıkma) tayin ediliyorlardı. Böylece, askeri ve idari işlerde tecrübe kazanıp yetiştiriliyorlardı. Şehzadeler, takriben on-onbeş yaşlarında tayin edildikleri sancağa gönderilirlerdi. Devlet işlerinde kendilerini yetiştirmek üzere, “lala” denilen tecrübeli bir devlet adamı ile çeşitli hizmetler için kalabalık bir maiyet verilirdi. Şehzadeler, gidecekleri sancağa validelerini de beraberlerinde götürürlerdi. Sancakta bulunan şehzadelere “Çelebi Sultan” denirdi.

Osmanlı şehzadelerinden, sancak beyi olanların maiyetlerinde nişancı, defterdar, reisu’l-kuttab gibi kalem heyetiyle miralem, mirahur, kapı ağası ve diğer bazı saray erkani vardı. Çelebi sultanların yaşlan müsaitse bizzat kendileri divan kurup sancaklarına ait işleri görürlerdi. Yaşları küçük olanların bu işlerine de lalaları bakardı. Sancağın bütün işlerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimad edilen şahıslardan (vezirlerden) tayin edilirdi. Şehzadeler, kendi sancaklarında zeamet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm verip bunlara kendi isimlerini havi tuğra çekebilirlerdi. Ancak yapacakları bu tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asıl deftere kaydettirmek mecburiyeti vardı.

XV. yüzyıl ortalarına kadar duruma göre İzmit, Bursa, Eskişehir, Aydın, Kütahya, Balıkesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi şehirler, başlıca şehzade sancak merkezleri olmuştur. Şehzadelere Rumeli’de sancak verilmesi kanun değildi. Şehzadelerin bulundukları sancak merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür haleşi meydana gelirdi.

Kuruluş dönemindeki Osmanlı şehzadeleri, ya babaları ile beraber veya yalnız olarak sefere giderlerdi. Babalarıyla sefere katıldıkları zamanlarda ordunun yanlarında, Bazen da gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi. Her Osmanlı şehzadesi, veliahd tayini üsûlu olmadığından dolayı hükümdar olma hakkına sahipti. Bu sebeple hükümdar olana karşı zaman zaman diğer kardeşlerin saltanat iddiasiyle ortaya çıktıkları görülür. Bu arada Savcı Bey gibi, babası İ. Murad’a karşı hükümdarlık iddiasiyle ortaya çıkanlar da olmuştur.

III. Mehmed’in çulûsundan (1595) itibaren şehzadelerin fiilen sancağa gönderilmeleri üsûlu tamamen terk edilerek, onun adına bir vekil sancağa gönderilmiştir. Şehzadeler ise adeta Harem’e hapsedilmişlerdi. Bu geleneğin terk edilmesi, Osmanlı saltanat kurumu için tam bir felaket olmuştu. XVIİ-XVIİİ. asırlarda Topkapı Sarayı’nın Harem kısmında “Şimşirlik” denilen dairede hayatını geçiren şehzadelerin şahsiyetleri, tam gelişememiş, ilim ve kültür bakımından zayıf kalmışlardı. Bununla beraber XVIİİ. asrın sonlarında şehzadeler, tekrar serbest hareket eder olmuş ve devlet işleri ile ilgilenir olmuşlardır.

OSMANLI MERKEZ TEŞKİLATİ

Kuruluş dönemi Osmanlı Devleti’nde yönetim, eski Türk töresindeki aşiret üsûllerine göre tatbik ediliyordu. Bu manada memleket, ailenin müşterek mali sayılıyordu. Bununla beraber hükümdar, önemli konularda tek başına karar vermeyerek bir kısım devlet adamının fikrine de müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adına “Divan” denecek meclis (bir çeşit bakanlar kurulu) tarafından yerine getiriliyordu. Başlangıçta vezir-i azam ve vezirler, hükümdarın birinci derecede yardımcıları idi. Her şey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu. Fatih dönemine kadar orfe dayalı olan bu sistem, Fatih’le birlikte yazılı kanun haline getirilmiştir. Bununla beraber, devletin genel kanunları dışında, her kaza ve sancağın ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunları vardı.

idarede bütün yetki padişahın ve onu temsilen divanın elinde toplanmıştı. Bu durum, mutlak bir merkezi otoriteyi ön plana çıkarmış oluyordu. Bu da devlete merkeziyetçi bir karekter kazandırıyordu. Çünkü daha kuruluştan itibaren hükümdarlar, merkeziyetçiliğe giden bir yol tutmuşlardı. Bu bakımdan bütün tayin ve aziller, merkezin bilgisi altında yapılıyordu. Merkezin en önemli karar organı da “Divan-ı Humayûn” denilen müessese idi.

DİVAN-I HUMAYÜN

İslam dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan divan teşkilatı, daha sonra değişik şekil ve isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahın başkanlığında önemli devlet işlerini görüşmek üzere toplanan Divan’a, “Divan-ı Humayün” denirdi. Bu müessesenin, devletin ilk yıllarında nasıl geliştiğine dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak İbn Kemal, (Defter İ, s. 28, 106) bu müessesenin daha Osman Gazi zamanında ortaya çıktığını kayd eder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çıkan divanın bir benzeri olmalıdır ki, pek fazla bir gelişme göstermemiştir. Babasının yerine geçip Bey unvanını alan Orhan döneminde, divanın varlığı artık kesinlik kazanmış görünmektedir. Hatta Aşıkpaşazade’nin, bu bey zamanında, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarının (divan üyeleri) burmalı tülbent, yani bir çeşit sarık sarmalarını emr ettiğini söylemesi, onun divan erkani için bir kıyafet tespit ettiğini göstermektedir. Osmanlı divanı, daha sonra gelen hükümdarlar vasitasiyle bir hayli geliştirilerek devletin en önemli organları arasında yer alacaktır.

İlk dönem Osmanlı divanının çok sade ve basit olduğu tahmin edilebilir. Öyle anlaşılıyor ki bu ilk divan, üç beyliği zamanındaki şeklini az çok muhafaza etmişti. Divan heyetinde, Osmanlı beyinin kendisinden başka bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan şehrin kadısı, beyliğin mali işlerini idare eden naib veya defterdar gibi az sayıda üye vardı. Zaman zaman, bey yerine icabında orduya kumanda eden şahıs olarak sahnede Osmanlı beyinin oğlu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan kuruluşunun üç beyliği divanının modeline göre olduğu hakkında bir kanaat vermektedir. Fakat Selçuklu Devleti tamamen yıkılıp Moğol nüfuzu da sarsılmaya başlayınca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanlı Beyliği’nde, divanın gittikçe Selçuklu divanı modeline benzer bir mahiyet kazandığı görülür.

Orhan Bey zamanında müesseseleştiği görülen divanın üyeleri için, artık resmi bir kıyafetin tespit edildiği görülür. Divan toplantıları, Sultan I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmişti. Yıldırım Bayezid, halkın şikâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çıkardı. Herhangi bir derdi ve sıkıntısı olanlar orada kendisine şikayette bulunurlardı. O da bunların problemlerini derhal çözerdi.

Divan, Orhan Bey zamanından, Fatih’in ilk devirlerine kadar her gün toplanırdı. Toplantılar sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. XV. asrın ortalarından sonra (Fatih dönemi) toplantılar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı) inmiş, Pazar ve Salı günleri de arz günleri olarak tespit edilmişti.

Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadın erkek herkese açıktı. İdari, siyasi ve örfi işler re’sen, diğerleri de müracaat, şikâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tedkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, vali ve askeri sınıftan şikayeti bulunanlar, vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar vs. gibi davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve şikâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı.

Divanda idari ve örfi işler vezir-i azam, şer’i ve hukuki işler kadıasker, mali işler defterdar, arazi işleri de nişancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznameye (gündem) gore yapılırdı. Toplantı bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane, vezir-i a’zamın mührü ile mühürlenip kapandıktan sonra çavuşbaşı, elindeki asasını yere vurarak divanın sona erdiğini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alınırdı. Ondan sonra kadıaskerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arzederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a’zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan sonra da padişahlar, vezir-i a’zam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak bu üsûl, Fatih Sultan Mehmed döneminde kaldırılmıştı. Divan erkanından başka o gün işleri için divana gelmiş bulunan halka da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin yemek verilirdi.

Öyle anlaşılıyor ki Osmanlı Devleti divanı, devletin en yüksek organı özelliğini taşımaktaydı. Devlet başkanı olarak hükümdar, sIk sIk divan üyelerinin fikirlerini almak ihtiyacını hissediyordu. Bu durum, devlet idaresinin bir kişinin değil, bir kurulu teşkil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanılarak en mükemmel şekilde yapılabileceğinin açık bir göstergesidir. Divanda, halk ile devletin bütün problemleri, özellikle timar tevcihleri ve önemli mevkilere yapılacak atamalar da görüşülmekteydi. Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teşkil eden üyelerin fikirlerinin alınarak atamalar yapıldığına işarettir. Bir kurulun yapacağı atamaların ise bir tek kişinin yapacağı atamalardan daha isabetli olacağı bir gerçektir. Divanda son söz şüphesiz ki sultanındır. Ancak gördüğümüz gibi hükümdarın, vezirlerin mütalaalarını alması, daha doğrusu böyle bir ihtiyacı hissetmesi, devlet idaresinde iş birliği ve koordinasyonun ön planda tutulduğunu göstermektedir.

DİVAN ÜYELERİ

Kuruluş dönemi Osmanlı divanı, her gün sabah namazından sonra padişahın huzuru ile toplanarak görevinin gerektirdiği işleri yapardı. Divan toplantılarında üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardı. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri ile meşgul olurdu. Padişahı bir tarafa bırakacak olursak kuruluş döneminde divanda vezir-i a’zam, kadıasker, defterdar ve nişancı gibi asıl üyeler bulunuyordu.

VEZİR-İ A’ZAM VE VEZİRLER

Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire “Vezir-i a’zam” denildi. Bundan başka “Sadr-i ali“, “Sahib-i devlet“, “Zat-i asefi” ve “Vekil-i mutlak” gibi tabirler de kullanılmış ise de bunlar asıl el-kabtan değillerdir.

Osmanlı Devleti’nde ilk vezir, Hacı Kemaleddin oğlu Alaeddin Paşa’dır. Bu zat, ilmiye sınıfına mensup olduğu gibi aynı zamanda tanınmış ahi reislerindendi. Osmanlı tarihçilerinin büyük bir kısmı, bu zat ile Şehzade Alaeddin’i birbirine karıştırır. Alaeddin Paşa’dan sonra bu makama sıra ile Ahmed Paşa, Hacı Paşa ve Sinaneddin Yusuf Paşa gelmişlerdi. Çandarlı Halil Hayreddin Paşa ise Sinaneddin Yusuf Paşa’dan sonra vezirliğe getirilmişti. Onun ölümü üzerine vezir olan ve bu makamda onbir yıl kadar kalan Çandarlızade Ali Paşa zamanında, Timurtaş Paşa’ya da vezirlik verilince Çandarlızade Ali Paşa vezir-i a’zam diye anılmaya başlandı.

Çandarlı Halil Hayreddin Paşa’dan önceki vezirler orduya komuta etmiyorlardı. Bu görevi, askeri sınıfa mensub olanlar yürütüyordu. Fakat Hayreddin Paşa’nın Rumeli fetihlerinde komutanlığı vezirlikle birleştirip mühim muvaffakiyetler kazanması, idari ve askeri işlerin bir elde toplanmasına sebep olmuştu. Bundan sonra gelen birinci vezirler hep aynı şekilde hareket etmişlerdi.

Daha sonraki tarihlerde vezirlerin sayısı artmış ve XVI. asır ortalarına yakın zamana kadar vezirlik, sadece İstanbul’da bulunan mahdud kimselere münhasır iken Kanuni devri vezirlerinden Çoban Mustafa Paşa ile Hain Ahmed Paşa, önemine binaen vezirlikle Mısır valiliğine tayin edilmişlerdi. Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve Bağdad eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmişti.

Vezir-i azam, padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğundan, sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti. Çandarlı hanedanının düşüşüne kadar bütün işlerde birinci merci vezir-i azamdi. Çelebi Mehmed zamanındaki Amasyalı Bayezid Paşa’nın vezir-i azamlığı bir tarafa bırakılacak olursa Çandarlı ailesinin bir silsile halinde kadıaskerlikten gelmek suretiyle yetmiş seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii işgal etmeleri ve hükümdarların itimadlarını kazanmaları bütün Türk devlet adamlarının bir ailenin etrafında toplanmalarına sebep olmuştu. Hatta Seğedin muahedesinin akdi üzerine saltanatı oğlu Mehmed’e bırakan İkinci Murad, karşı tarafın bu fırsatı ganimet bilip antlaşmayı bozması üzerine, anormal bir hal alan olaylar karşısında tekrar hükümdar olup idareyi eline almak istediği zaman, Vezir-i azam Çandarlızade Halil Paşa’nın teşebbüsüyle ikinci defa hükümdarlık makamına getirilmişti.

İcabında padişah adına divana riyaset (başkanlık) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarın mutlak vekili idiler. Padişahın elips şeklindeki altın bir mührü, bunun alameti olarak yanlarında bulunurdu. Vezir, devlet işlerinde bütün selahiyet ve mesuliyetlere sahip olduğu gibi bütün azil ve tayin işleri de onun reyi ile olurdu. Bu dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline gelmişti.

Kendisinden önceki töre, örf ve gelenekleri yazılı bir metin haline getiren Fatih Sultan Mehmed’in kanunnameşinde vezir-i azamla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

Bilgil ki vüzera ve umeranin vezir-i azam başıdır, cümlenin ulusudur. Cümle umurun vekil-i mutlakidir. Ve malımın vekili defterdarindir ve ol, vezir-i azam nazırıdır. Ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir.

Tevkii Abdurrahman Paşa kanunnamesinde de vezir-i azam hakkında şu ifadeler kullanılmaktadır:

Evvela sadr-i azam olanlar cümleyi tasaddur edup amme-i mesalih-i din ve devlet ve kaffe-i nizam-i ahval-i saltanat ve tenfiz-i hudud ve kısas ve haps ve nefy ve enva-i ta’zir ve siyaset ve istimai da’va ve icray-ı ahkam-i şeriat ve def-i mezalim ve tedbir-i memleket ve tevcih-i eyalet ve emaret ve ülûfe ve zeamet ve timar ve tevliyet ve hitabet ve imamet ve kitabet ve cem’i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-i müvella ve tefviz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-i cumhur ve tevcihat-ı gayr-i mahsur ve’l-hasıl cemi-i menasib-i seyfiyye ve ilmiyenin tevcih ve azli ve cemi-i kadaya-i şer’iyye ve örfiyenin istima ve icrası için bizzat cenab-ı padişahiden vekil-i mutlak ve memalik-i mahruse-i Osmani ve taht-i hükümet-i sultanide olan cemi-i nasin üzerine hakim-i sahib-i ferman olduğu muhakkaktır.

Şair vüzera ve vulat ve amme-i ülema ve kudat ve mesayıh ve sadat ve a’yan ve ekabir ve tavaif-i aşakır ve reaya ve beraya ve ehl-i cihat ve ashab-ı ticarat kebir ve sağır ve gani ve fakir ve kavi ve zayıf ve vadi” ve şerif ve muhassalan havaş ve avam kaffe-i enam cemian sadr-i a’zam olanların kelamını bizzat şevketlû ve mehabetlû ve seadetlû padişah zillullah hazretlerinin mübarek lisan-ı şeriflerinden şadır olmuş ferman-ı vacibu’l-iz’an bilup emrine imtisal ve kendüye ta’zim ve tavkir ve içlal etmeye me’mürlerdir.

Kanunname metinlerinde görüldüğü gibi vezir-i a’zamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve geniş yetkilere sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o, padişahı temsil etmekteydi. Vezir-i a’zam (Kanuni döneminden itibaren) sadr-i a’zamlar, padişahın yüzük şeklindeki tuğralı altın mührünü taşırlardı. Vezir-i a’zamların, diğer vezirlerden farkları “mühr-i humayün” denilen bu mühür ile olup hükümdarlık selahiyetinin icrasına ve padişahın kendisini vekil ettiğine dair bir delil olduğu için onlar bu mührü örülmüş bir kese içinde koyunlarında taşırlardı. Vezir-i azamin azlinde veya ölümü halinde “mühr-i humayün” ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i humayün ya divana gönderilmek veya vezir-i a’zam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi suretiyle verilirdi.

Osmanlı Devleti’nde XVI. asrın ilk yarılarına kadar yalnız devlet merkezinde bulunup divan-ı humayuna memur “kubbe veziri” veya “kubbenisin” denilen vezirler vardı. Bunların sayıları pek fazla değildi. Kubbe vezirleri divanda kıdem sırasına göre otururlardı.

Fatih Sultan Mehmed’den itibaren hükümdarlar Divan-ı Humayün toplantılarına katılmayı terk edip, riyaseti sadrazama bıraktıktan ve XVI. asrın ikinci yansında bu toplantılar haftada dört güne inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasında sadrazamın verdiği izahati dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu. Bir müddet sonra devlet işleri Paşakapısı’nda görülmeye başlanmış ve Divan-ı Humayün XVIİİ. asırdan sonra elçi kabulü ve ülûfe tevziine tahsis edilmişti. Sadrazamların hükümdarlarla görüşmeleri ise XVI. asırdan itibaren gittikçe azalmıştı. Bunlar, devlet işlerini “telhis” veya “takrir” adli vesikalarla ve ekleri ile birlikte hükümdara arz ederlerdi. Böylelikle telhisler, kanun, nizam, tevcih, usûl ve adet ile tayin edilmiş olan ve hükümdarın tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara ait sadrazamın arzı mahiyetinde idiler. Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten sonra ilgili konu hakkında padişahın fikrini sorardı. Telhislerin hazırlanması Reisu’l-kuttabin görevi olup, hazırlandıktan sonra genellikle padişahı yormamak ve meramı açıkça ifade etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazılarak saraya gönderilirdi. Padişahın “manzurum oldu“, “verilsin“, “verdim“, “tedarik edesin“, “zamanı değildir“, “berhudar olasın“, “olmaz” gibi hatt-ı humayünü ile işaret etmesinden sonra sadrazam onu işleme koyardı. Sadrazamların diğer devlet ricaline ve idarecilere olan tahrıratına ise “buyruldu” denirdi. Osmanlı Devleti’nin ilgasına kadar sadrazamların ya re’sen veya bir muamele dolayısıyle mektubi kaleminden yazılan kağıtlara “buyruldi-i şami” ismi verilmektedir. Bu buyruldunun divani yazı ile yazılması ve bas tarafına da sadrazamın ismini havi sadaret mührünün basılması üsûldendi.

kadıasker

Osmanlı Devleti’nde askeri ve hukuki işlerden sorumlu olan kadaaskerlik teşkilatı, gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmişe sahiptir. Hz. Ömer tarafından orduğah şehirlerine tayin edilen kadılar, sivil olmaktan ziyade askeri bir hüviyet taşıyorlardı. Bu sebeple, kadıaskerliğin Hz. Ömer tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Abbasiler’de de görülen bu mansib, Harzemsahlar’da, Anadolu Selçukluları’nda Eyyûbiler’de, Memlûklerde ve hatta Karamanlılar’da da vardı.

Osmanlı Devleti’nde ilk kadıaskerin Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa olduğu belirtilmektedir. Kaynaklar, ilk kadıaskerin adı geçen zat olduğunda müttefik olmalarına rağmen, tayin tarihi için farklı rakamlar vermektedirler. aşıkpaşazade ve Oruç Bey, bu makamın 761 (M 1359), Hoca Saadeddin, Solakzade ve Müneccimbaşı 763 (M. 1361)’de ihdas edildiğini belirtmektedirler. Bundan başka kadıaskerlik hakkındaki araştırmasında M. İpşirli ,başka kaynaklarda bu tarihin 762 (M. 1360) olarak verildiğini söyler.

Kelime olarak lügat manasi “asker kadist” demek olan kadıaskerlik, Osmanlı ilmiye teşkilatı içinde önemli bir mevki idi. Kadıasker terkibindeki “asker” kelimesi, müessesenin özelliği açısından önem taşır. Zira, Şeyhülislamlıktan takriben bir asır kadar önce (80 sene) kurulmuş olan müessesenin kuruluşunda devletin, asker ve onların ihtiyaçlarını karşılamada titizlikle hareket ettiğini göstermektedir. Bununla beraber, Divan-ı Humayün azası olan kadıaskerin vazifeleri sadece askeri saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil adli işlere de bakıyorlardı. Onlar, belli seviyedeki bazı kadı ve naiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan toplantılarında vezir-i a’zamın sağında vezirler, solunda da kadıaskerler yer alırdı.

Fatih Sultan Mehmed’in son senelerine kadar yalnız bir kadıaskerlik vardı. Hududların genişlemesi ve işlerin çoğalması yüzünden 885 (M. 1481) yılında biri Rumeli, diğeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı. Belirtilen tarihte, Müslihiddin el-Kastalani daha üstün kabul edilen Rumeli kadıaskerliğine, o dönemde İstanbul kadısı olan Balıkesirli Hacı Hasanzade Mehmed b. Mustafa da Anadolu kadıaskerliğine getirildiler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı ülkesine ilhakindan sonra Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafından 922’de yani XVI. asrın ilk çeyreğinde (1516) merkezi Diyarbekir (Diyarbakır) olan Arap ve Acem kadıaskerliği adı altında üçüncü bir kadıaskerlik kuruldu. Devlet merkezine olan uzaklığı sebebiyle olsa gerek ki divan üyeliği bulunmayan bu kadıaskerliğin başına meşhur tarihçi ve bilgin İdrisi Bitlisi getirildi. Bilahare merkezi, payitahta (İstanbul) nakledilen bu kadıaskerliğe Fenarizade Mehmed Şah Efendi tayin edildi. 924 (M. 1518) de adı geçen şahsın bu görevden ayrılmasından sonra bir müddet vekaletle idareye başlanan bu kadıaskerlik lağv edilerek vazife ve selahiyetleri Anadolu kadıaskerliğine bırakıldı. Böylece Rumeli ve Anadolu kadıaskerlikleri diye tekrar ikiye indirilen bu müessese, Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etti.

Protokola göre daha üstün addedilen Rumeli kadıaskerleri ile daha aşağı bir mevkide bulunan Anadolu kadıaskerinin vazifeleri kanunnamelerde şöyle belirtilir:

Bilful Rumeli kadıaskeri olan efendi, Rumeli ve adalarda vaki kazaları ve kısmet-i askeriyeleri tevcih eder.

Ve bilful Anadolu kadıaskeri olan efendi, Anadolu’da ve Arabistan’da vaki kazaları ve kısmet-i askeriyeleri tevcih eder.

Ve bu efendiler, divan günlerinde elbette Divan-ı Humayuna müdavemet edup Cuma günlerinde vezir-i a’zam hazretlerinin hanesine varırlar. Amma dava istimai lazim gelse Rumeli kadıaskeri istima edup Anadolu kadıaskeri kendi halinde oturur. Meğer vekil-i saltanat tarafından me’zûn ve me’mûr ola, ol zaman istimai şer’an caiz olur.

Ve yirmi, yirmibeş ve otuz ve kırk medreselerin ve kendi taraflarına müteallık olan bazı mahallin cihet ve tevliyet makülesin tevcih edegelmişlerdir.

Böylece Anadolu’da bulunan müderris ve kadıların tayini, Anadolu kadıaskerinin, Rumeli’de bulunan müderris ve kadıların tayini de Rumeli kadıaskeri tarafından yapılmaktaydı. Görüldüğü gibi müessesenin görevleri, eğitim ve yargı teşkilatının idaresi, ordu ve askeri zümrenin gerek barış, gerekse savaş sırasında hukuki ihtilaflarının giderilmesi ve davalarının görülmesi şeklinde iki ana grupta toplanabilir.

kadıaskerler, XVI. yüzyılın ikinci yansını müteakip, Şeyhülislamlığın ön plana çıktığı tarihe kadar bütün kadı ve müderrisleri aday (namzet) gösterip tayinleri sadr-i a’zama ait olan kırktan yukarı müderrisler ile mevaliyi vezir-i a’zama arz ile tayinlerine delalet ederlerdi. Daha sonra bu gibilerin arzları kendilerinden alınarak, kırk akçaya kadar olan müderrislerle kaza kadılarının tayinleri eskisi gibi bunlara bırakıldı. Kırktan yukarı yevmiyeli müderrisler ile mevalinin tayinleri ise şeyhülislamlara verilmiştir. Tayin olunacak müderris veya kadı Anadolu’da ise Anadolu kadıaskeri, Rumelide ise Rumeli kadıaskeri tarafından arz günlerinde, bizzat kendisi tarafından, padişah huzurunda okunan “Defter-i akdiye” de okunup inha olunan kadıların tayinleri için padişahın muvafakatı alınırdı.

Bir kimsenin kadıasker olabilmesi için “mevleviyet” denilen 500 akça yevmiyeli büyük kadılık mansibında bulunması gerekirdi. XVI. asrın ikinci yarısına kadar kadıasker olmak için muayyen bir üsûl yoktu. Fakat bu tarihten sonra İstanbul ve Edirne kadılarından veya Anadolu kadıaskeri payeşi olan İstanbul kadısı mazullerinden birinin fiilen Anadolu kadıaskeri olması kanun haline gelmişti. Bu kadıaskerlikten sonra da Rumeli kadıaskerliği gelirdi. Kuruluştan sonraki dönemlerde kadıaskerlik müddeti, diğer mevleviyetlerde olduğu gibi bir yıldı. Bu müddeti dolduran kadıasker, mazûl sayılarak yerine sırada olan bir başkası tayin edilirdi. XVI. asrın ikinci yarısından itibaren Rumeli kadıaskerleri Şeyhülislam olurlardı.

Zamanla maaşlarında farklılık görülen kadıaskerler, Fatih kanunnamesine göre devlet hazinesinden yevmiye 500 akça alıyorlardı. XVI. yüzyılın ortalarından sonra Rumeli kadıaskeri 572, Anadolu kadıaskeri ise 563 akça yevmiye alıyorlardı. Bunların maaşlarından başka askeri sınıftan olup vefat edenlerin “resm-i kısmet”lerinden, binde onbeş akça olarak gelirleri vardı. Bu para, kadıasker kassamları vasıtasiyle tahsil edilirdi. ali’nin kaydına göre Rumeli kadıaskerine resm-i kısmetten günde sekiz bin akça hasıl olurdu. Anadolu kadıaskerinin resm-i kısmeti ise daha fazla idi. Irak, Suriye ve Mısır’ın bu kadıaskerliğe bağlı olması, bu artışa sebep oluyordu. Mazuliyet veya tekaüdlerinde de kendilerine maaş tahsis edilen kadıaskerlere, daha sonra birer arpalık verilerek ıaselerinin temin edilmesi sağlanırdı.

Divan’daki davaları dinleyen kadıaskerler, Salı ve Çarşamba hariç olmak üzere hergün kendi konaklarında divan akdedip kendilerini ilgilendiren şer’i ve hukuki işlere bakarlardı. kadıaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamceci, matlabçi, tatbikçi, mektupçu ve kethuda olmak üzere yardımcıları bulunurdu. Ayrıca her birinin davalı ve davacıyı divana getiren yirmiser muhziri bulunmaktaydı.

Padişah, sefere çıktığı zaman kadıaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padişah sefere gitmediği takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda şer’i muameleleri görmek üzere onların yerine “ordu kadısı” tayin edilip gönderilirdi. Aynı şekilde padişahlar Edirne’ye gittikleri zaman onlar da padişahla birlikte gider ve akd edilen divan oturumlarına iştirak ederlerdi.

Bu müessese, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiş, Osmanlı hükümeti ile birlikte o da tarihe mal olmuştur.

DEFTERDAR

Defter ile dar kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan “defterdar” “defter tutan” demektir. Doğudaki Müslüman devletlerin “müstevfi” dedikleri görevliye Osmanlılar, defterdar diyorlardı. Bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı manasini ifade eder. Osmanlılar, XIV. asrın son yarışında ve Sultan I. Murad zamanında maliye teşkilatının temelini atıp onu tedricen geliştirmişlerdir. Buna bakarak Osmanlıların daha kuruluş yıllarından itibaren maliye işleri üzerinde önemle durdukları söylenebilir. Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi’nin ölümü esnasında oğlu Orhan’a yaptığı vasiyetinden bahs ederken onun “beytü’l-mal-ı müslimin”i koruması gerektiğini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve gereksiz yere para harcamaması gerektiğine işaretle bunun önemini belirttiğine temas eder.

Fatih Sultan Mehmed tarafından tedvin ettirilmiş olan kanunname-i al-i Osman ile diğer kanunnamelere göre defterdar, padişah malının (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dış hazine ile maliye kayıtlarını ihtiva eden devlet hazinesinin açılıp kapanması defterdarin huzurunda olurdu. Başka bir ifade ile hazinenin açılmasında hazır bulunmak, defterdarin vazifeleri arasında bulunuyordu. Divan’in asli üyelerinden olan defterdar, sadece salı günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber, padişahın huzurunda okuyacağı telhis hakkında daha önce vezir-i a’zamla görüşür ve onun muvafakatını alırdı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı.

Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdar, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçların çoğalması yüzünden sayılan artırıldı. Bunlar, II. Bayezid dönemine kadar Rumeli’de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdari veya baş defterdar ile Anadolu’nun mali işlerine bakan Anadolu defterdari olmak üzere iki kişi idi. Tevkii Abdurrahman Paşa kanunnameşine göre daha sonraki dönemlerde baş defterdardan başka Anadolu defterdari ile “sIkk-i şani” denilen defterdarlar vardır. Bunlar da baş defterdar ile divana devam ederler. Sefer esnasında baş defterdar ordu ile gittiği zaman, Anadolu defterdari onun yerine vekaleten bakardı.

Defterdarlar, kendilerini ilgilendiren mali işlerdeki şikayetleri, Defterdar Kapısı’nda akd edilen divanda dinler ve gerek görülürse “tuğralı ahkam” verirlerdi. Zaten kanunnameye göre kendilerine bu selahiyet verilmiştir. Her defterdar, kendi dairesinden çıkan evrakın arkasını imzalardı. On yedinci asrın ortalarından itibaren bütün maliye hükümlerinin (tuğralı ahkam) arkalarına kuyruklu imza koyma hakkı, baş defterdara verildi. Bundan başka baş defterdar, divan kararı ile mali tayinlere ait kuyruklu imzası ile “buyruldu” yazmakla birlikte bunun üst kenarı sadr-i a’zamın buyruldüsüyla tasdik olunurdu. Defterdar, sadr-i a’zama re’sen yazdığı veya havale edilmiş bir muameleli kağıt üzerine cevap verdiği zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardı.

Kanunnamede baş defterdar ve vazifeleri hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Baş defterdar paye ve itibarda “nişancı” gibidir. Baş defterdar olan mal vekilidir. Ve kendi evinde divan eder. Ve maliyeye müteallık davaları dinler. Maliye tarafından ahkam verir. Ve ahkamin zahrina (tuğralı ahkamin arkasına) kuyruklu imza çeker. Ve tahsil-i mal-ı miri için mültezimleri haps eder. Ve mahallinde mukataati tevcih edup buyurur. Ama “pençe” çekmez. Ve bi’l-cümle mal-ı beytü’l-mali tahsil ve hazineyi tekmil ile memur olup beytü’l-mala müteallık olan umur-i cumhuru onlar görür. Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasını himaye babında sa’y-i kesir etmek ve söz tutmayıp fukaraya zulm eden mültezimleri vekil-i devlete arz ve ta’zir ettirmek, defterdarların lazime-i zimmetleri ve zahri ahiretleridir (ahiret azıkları). Hususan emval-i yetamadan (yetim mallarından) hazine-i amireyi siyanet (korumak) ve beytü’l-mal-ı müslimini mal-ı haramdan himayet etmek. Kanunname metninden anlaşılacağı üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdarların vazifeleri, sadece devlet hazinesini zenginleştirmek değildir. Onlar, devlet hazinesine haram malın girmesine engel olmak zorunda oldukları gibi yetim mali dahi sokmayacaklardır.

Onsekizinci asır başlarından itibaren Rumeli defterdarlarına veya baş defterdara “sikk-i evvel”, Anadolu defterdarina “sikk-i şani”, üçüncü defterdara da “sikk-i şalis” adı verildi.

İcraat ve tahsilatta defterdarin icra memuru olarak maiyetinde farklı vazifeleri bulunan beş görevli bulunurdu. Bunlardan ilki, baş bakıkulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdarlıkta bunun bir dairesi olup emri altında bakıkulu ismiyle altmış kadar mübaşir vardır.

Bunlar, hazineye borcu olup vermiyenleri hapis ve sıkıştırma ile tahsilat yaparlardı. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar baş bakıkulu hapishanesinde tutuklanırlardı.

ikinci icra memuru, çizye baş bakıkuludur. Bu da çizye sebebiyle hazineye borcu olanları takip eder. İltizama verilen çizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememiş veya yatırmamış olanları takip ederdi.

Adı geçen dairenin üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezaret eden veznedar başıdır. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardı. Baş defterdarin icra memurlarından dördüncüsü sergi nazırı, beşincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatının defterini tutuyorlardı.

Defterdar tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayında şadır olan Hatt-ı humayün mucıbince terk edilerek yerine “Maliye Nezareti” tabiri kullanılmıştır.

NİŞANCI

Osmanlı devlet teşkilatında Divan-ı Humayunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nisan kelimesinden türetilmiş olan “Nişancı“, ferman, berat, mensûr, name, mektup, ahidname, hüküm ve biti gibi devlet resmi evrakının baş tarafına padişahın imzası demek olan nişanı koyardı. Bu görevliye nişancı, muvakki, tevkii ve tuğrai gibi isimler de verilirdi.

Osmanlı devlet teşkilatında XVIII. asır başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Nişancılık müessesesinin başında bulunan görevliye Osmanlılar’da nişancı denirken, Abbasiler’de buna “Reisu Divanı’l-İnşa” deniyordu. Bu teşkilat, sadece Müslüman Doğu’da değil, Batı Müslüman devletlerinde de vardı. Nitekim batıda devlet kurmuş ve zaman zaman Endülüs’e de geçmiş bulunan Meriniler (592-956 = 1196-1458)’de “Divanu’l-inşa” adı ile aynı görevi yerine getiren bir müessese vardı. Büyük Selçuklular’da da aynı vazifeyi gören bir divan vardı ki, bu divanın başındaki görevliye “Sahib-i Divan-ı Tuğra ve İnşa” adı veriliyordu. Bazen da sadece “Tuğrai” deniyordu. Bu zat, hükümdarın mensûr, ferman vs. gibi isimler altında çıkardığı emirnamelere, onun işaret ve tuğrasını koymakla görevliydi. Anadolu Selçuklu Devleti’nin merkez teşkilatı içinde de aynı görevleri yerine getiren ve adına “Tuğrai” denilen bir görevlinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Kalkasandi, Mısır’daki bu hizmeti beş merhalede ele alır ve Memlûklerde bu görevi üstlenen kişiye “Katibu’s-Sır” veya “Sahibu Divanı’l-insa” adının verildiğini bildirir. Görüldüğü gibi müesseseleşmiş hali ile Abbasilerde görülen nişancılık, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde olduğu gibi Osmanlılarda da olacaktı. Bunun için Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatı içinde önemli bir yeri bulunan divanın azalarından biri de “Nişancı” adını taşıyan görevli idi. Önemli hizmeti bulunmasına rağmen, nişancılığın Osmanlılar’da hangi tarihlerde kurulduğu kesin olarak tespit edilebilmiş değildir. Bununla beraber, bazı araştırıcılar bu kuruluşu Osmanlı Devleti’nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi dönemine kadar çıkarırlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tuğra bulunmaktadır. Bu da nişancılığın basit şekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde var olduğunun bir işareti olarak kabul edilebilir. Keza, bu tabirin devletin ilk zamanlarında kullanıldığını gösteren kayıtlar da vardır. Nitekim, Sultan İkinci Murad’ın emri ile Türkçe’ye tercüme edilen İbn Kesir tarihinin Arapça metnindeki “Muvakki” tabirinin “Nişancı” olarak tercüme edilmesi de bunu göstermektedir. İbn Kesir’in el-Bidaye ve’n-Nihaye adlı tarihinin mütercimi olan zat, nişancı kelimesini kullandığına göre, bu tabir, o dönem Osmanlı toplumu arasında biliniyordu demektir.

Fatih Sultan Mehmed’in tedvin ettirdiği kanunnamede bu memuriyetin isim ve selahiyetleri ile zikr edilmiş olması, bunun Fatih’ten önce mevcuT olduğunu, fakat onun zamanında tam anlamıyla geliştiğini göstermektedir.

Divan-ı Humayunda vezir-i a’zamın sağında ve vezirlerin alt tarafında oturan nişancı, önemli bir hizmeti yerine getiriyordu. Nişancılar, görevleri icabı bazı özellikleri taşıyan kimseler arasından seçiliyorlardı. Nişancı olacak kimselerin inşa konusunda maharetli bulunmaları gerekirdi. Nitekim kıraat ilminin büyük isimlerinden Şeyh Muhammed Cezeri’nin küçük oğlu Ebu’l-Hayr Muhammed (Muhammed-i Asgar), Mısır’dan, Osmanlı hizmetine geldiği zaman insadaki kudretinden dolayı kendisine nişancılık verilmişti.

Görevleri icabı olarak inşa konusunda maharetli olmaları, devlet kanunlarını iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasında bağ kurup anları telif etme kabiliyetine sahip bulunmaları gereken nişancıların, ilmiye sınıfı arasından dahil ve sahn-i seman müderrislerinden seçilmesi kanundu.

Nişancılar, XVI. asrın başlarından itibaren Divan-ı Humayunun kalem heyeti arasında, bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisu’l-kuttablardan seçilmeye başlanmıştır. Eğer reisu’l-kuttab bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahib değilse yine müderrisler arasından uygun görülen bir kişi bu vazifeye tayin edilirdi.

Fatih döneminde müesseseleşerek kurulduğunu gördüğümüz nişancılık, Osmanlı Divan-ı Humayunun dört temel ruknünden birini teşkil ediyordu. Fatih kanunnameşinde de belirtildiği gibi bu dönemde vezirlik, kadıaskerlik ve defterdarlıktan sonra en önemli vazife nişancılıktı. Fatih zamanında bu görevi büyük bir başarı ile yürüten Karamani Mehmed Paşa ile nişancılığın itibarı daha da artmıştı. Fatih’ten sonra gelen II. Bayezid ve onun oğlu Yavuz Sultan Selim dönemlerinde nişancılık yapan Tacizade Cafer Çelebi de büyük bir itibar kazanarak teşrifatta defterdarin üstüne yükseltilmiş ve vezirler gibi otağ kurmasına müsaade edilmiştir. Nicancılık mansibinin üstünlüğü, Kanuni Sultan Süleyman döneminde de devam etmiş, “Koca Nişancı” lakabı ile tanınan Celalzade, mesleğindeki kıdemi ve vuküfiyeti sebebiyle defterdarin önüne geçirilmişti.

Nişancıların nüfuzları ve gördükleri önemli hizmetler, bundan sonra da devam etti. Bunlardan büyük bir kısmı beylerbeyi ve vezir rütbesini ihraz etti. Bununla beraber, XVI. asrın sonuna kadar nişancılar vezir olmayıp sadece beylerbeyi rütbesinde idiler. Bu rütbe ile nişancı olan Boyalı Mehmed Paşa (ol. 1001) vezirliğe nakl edilince nişancılığı bırakmış fakat sonradan tekrar nişancı olunca tayini beylerbeyi rütbesi ile yapılmıştı. Daha sonra Bazen kubbe vezirliği ile nişancılığın birleştirilerek bir kişiye verildiği (tevcih) de oldu.

Nişancı, Divan-ı Humayün azası olmasına rağmen, vezir rütbesini haiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi.

XVI ve XVII. asrın başlarında serdar veya padişah seferde bulunduğu zaman, İstanbul muhafazasında bırakılan vezire nişancı tarafından tuğraları çekilmiş boş ahkam kağıtları gönderilir ve bunlar, icab ettikçe kaim-i makam tarafından doldurularak kullanılırdı.

XVII. asrın sonlarında (1087) tedvin edilmiş önemli bir Osmanlı kanunnamesi olan Tevkii Abdurrahman Paşa kanunnameşinde “Kanun-i Nişancı” başlığı altında ayrı ve özel bir fasıl bulunmaktadır. Bu fasılda, o dönem nişancılarının nizamları tafsılatlı bir şekilde verilmekte, onların resmi ve hukuki durumları belirtilmektedir. Buna göre nişancı, “tuğra-i şerif hizmeti ile me’murdur. Kendi dairesinde kanuna müteallık ahkam yazılır. Mümeyyizi tashih ettikten sonra tuğralarını çeker ve defteri tashih etmek lazım gelse, kendisine hitaben varid olan ferman mucıbince defterhaneden getirtip kendi kalemi ile tashih eder. Bu ferman gelince defter emini ile defter kesedarını, düzeltilmesi lazım gelen defter hakkında vazifeli kılar. Sonra tashihi yapar, fermanı da kendisi saklar, kadıaskerlerden mühürlü kese ile gelen ehl-i cihat beratlarının tuğralarını çektikten sonra ehl-i cihatin isimlerini defterlerine “sahh” çekip ve yine kesesine koyup mühürleyerek kendi kesedarı ile kağıt eminine gönderir. Divan tarafından verilen şikayet ahkamini reis efendi (reisu’l-kuttab) resid ettikten sonra kesedarı toplayıp kendisine getirir, tuğralarını çekerdi.” Kanunnamede aynen şu ifadeler yer almaktadır: “Ve kavanın-ı Osmaniye ve merasim-i sultaniye, nişancılardan sual olunagelmiştir. Sabıkta (eskiden) bunlara müfti-i kanun itlak olunmuştur.”

Kanunname, nişancılar hakkında daha tafsılatlı bilgiler vermektedir. Buna göre, nişancının vezirliği varsa vüzeray-ı izam silkine dahil hükmünü verir. Eğer Rumeli beylerbeyilik payeşi var ise beylerbeyi merasimini icra edip kendisinden kıdemli Rumeli payeşinde olan beylerbeylerden başka bütün beylerbeylere ve kadıaskerlere tasaddur eder. Bu paye ile Divan-ı Humayuna girip çıktıkça vezirler ile birlikte girip çıkar. Fakat arza girmezdi. Kanunname, arz esnasında nişancının dışarıda nerede ve nasıl selama çıkacağını da belirtmiştir. Nişancının beylerbeyilik payeşi yok ise sadece umera payeşindedir. Kendisine nişancı bey denilmektedir. Bu takdirde Divan-ı Humayuna umera. tarıkı üzere gider. Ancak taht kadılarına tasaddur eder. Diğer divan hacegani gibi mücevveze, sof üst, lokmalı kutni ve iç kaftanı giyer. Ata orta abayı ve orta raht vururdu. Haşları da dört yükten (400.000 akça) fazla olurdu. Nişancıların vezir-i a’zama gitmeleri için belli ve muayyen bir zaman yoktu. Sadece işti’zan (izin isteme) adet idi.

Nişancılık, XVI. asrın sonlarından itibaren yavaş yavaş önemini kayb etmeye başladı. Bunun içindir ki, önceleri amiri durumunda bulunduğu reisu’l-kuttabla eşit duruma getirilmişti. XVIİ… asnn ortalarında nişancılık adeta kuru bir unvan haline geldi. XIX. yüzyılın başlarına kadar ismen de olsa varlıklarını devam ettiren nişancılar, eski önemlerini tamamen kayb ettiler. Bu sebeple nişancılık 1836 yılında tamamen lağv edilerek vazifeleri “Defter eminine” verilmiştir. Mühim işlere dair fermanların üzerlerine Babiali, diğerlerine de defter eminleri tarafından tayin edilen ve tuğranüvis denilen memurlar tarafından tuğra çekilirdi. 1838’de tuğra-nüvislik görevi de kaldırılıp Babiali ile defter eminliği tuğracılığı birleştirildi. Böylece bu hizmetin Babiali’de görülmesi kararlaştırıldı.

SARAY TEŞKİLATI

Bursa feth edilip merkez haline getirilmeden önce, Osmanoğulları’na ait özel bir saray yoktu. Osmanlı Beyi, diğer emirler gibi kendi ailesi halkı ile birlikte bir evde oturur, beyliğin ileri gelenlerini ve tebeasını burada kabul ederdi. İşler, bu mütevazı evde görüşülürdü. Bu şekildeki bir ikametgahin, muhafız vs. gibi fazla sayıda yardımcı kimselere de ihtiyacı yoktu. Nitekim bir katip, birkaç cavüş, haberci ve az sayıda bir muhafız grubu, bütün işleri görmeye yetiyordu. Yaz aylarında, genellikle bey evinin karşısındaki ulu çınarların serin gölgelikleri, toplantı yeri olurdu. Yaz mevsimindeki bu toplantılar, Osmanlıların Söğüt bölgesine yerleşmeden önceki göçebelik dönemini hatırlatıyordu. Zira bu dönemlerde, aşiretin ileri gelenleri açık havada, beyin çadırının önünde toplanıp işleri görüşüyor ve bir karara varıyorlardı. Bununla beraber zaman zaman sefer veya herhangi bir sebeple hareket halinde bulunan beyler, eski Türk adetlerine göre at sırtında da toplantılar yaparlardı. Böyle toplantılarda sadece şifahi kararlar verilirdi. Bey, Cuma günleri Cuma namazında hazır bulunurdu. Bu, beyin tebeasıyla görüşmeye, onların dert ve şikayetlerini dinlemeye vesile olurdu. Bu dönemdeki bütün adet ve merasimler, Oğuz töresince icra olunurdu.

Orhan Bey, Bursa’yı feth edip iş başına geçtikten sonra beyliği her sahada teşkilatlandırmaya gayret etmişti. Bunun içindir ki bazı araştırıcılar, Osmanlı Devleti için onun döneminden itibaren bugünkü manada “devlet” denebileceğini kayd ederler.

Gerçekten, Osmanlı Devleti, gelişip büyüdükçe, hükümdarlarının oturdukları saraylar da bu gelişmeye paralel olarak büyümüş ve ihtişamları artmıştı. İlk Osmanlı sarayı, mütevazı bir şekilde Bursa’da yapılmıştı. Bundan sonra Edirne’de saraylar inşa edilmişti. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından bugünkü Bayezid’de İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu sahada bir saray yaptırılmıştı. Fakat daha sonra beğenilmeyen bu sarayın (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasında bulunan çıkıntılı tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray inşa edilmişti. Yeni saray adı verilen bu saray (Topkapı Sarayı), padişahın ailesine mahsus daireler (harem), Enderûn ve dış hizmetlerle alakalı Birûn adı verilen üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Fatih’ten sonra gelen Osmanlı padişahları, 1400 metre uzunluğunda “Sûr-i Sultani” denilen yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu sarayda ikamet ettiler.

Fatih Sultan Mehmed tarafından inşasına başlanılan ve XIX. yüzyıl ortalarında Dolmabahçe Sarayı’na taşınıncaya kadar yaklaşık dört asra yakın Osmanlı padişahlarına hizmet eden Topkapı Sarayı’na, hemen her Osmanlı padişahı bir ilavede bulunmuştu. Bu saray, 3 Nisan 1924 tarihinde çıkanları Bakanlar Kurulu karan ile müze haline getirilmiştir.

Orhan Bey’in, Bursa’nın iç kalesinde bir sarayı vardı. Fatih devrine kadar gelen Osmanlı hükümdarları tarafından kullanılan Bursa sarayından Evliya Çelebi de bahs etmekte, ancak sarayın bu hükümdardan sonra rağbet görmediğini, sadece muhafız bostancılarının burada bulunduğunu kayd etmektedir. Mamafih, Bursa büyük bir yangın ve depreme maruz kaldığı için Evliya Çelebi’nin bahs ettiği sarayın, Orhan Bey devrinden kalan bina olmadığı söylenebilir. Ayrıca 1402’deki Ankara Muharebesi’nden sonra Bursa’nın maruz kaldığı Moğol istilası esnasındaki yangın ve yağmalamalar da düşünülecek olursa Orhan döneminden XVIİ. asra pek fazla bir şeyin kalmayacağı kanaatine varılabilir.

Bursa sarayı hakkında bilinenler pek fazla değildir. Teşkilat ve iç taksimatı ise hemen hemen hiç bilinmemektedir. Sadece, muhafazası için kapıcılarının, muhtelif hizmetler için iç halkının ve harem kısmının bulunduğu söylenebilir. Edirne’nin fethinden sonra da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam etmişti.

Bilindiği gibi Rumeli fetihlerinin başladığı sıralarda Osmanlı Devleti’nin merkezi Bursa idi. Edirne’nin fethinden sonra da burası hemen terk edilmedi. Bununla beraber Edirne’de ilk sarayın Murad Hüdavendigar (İ. Murad) tarafından h. 767 (m. 1365) yılında yaptırıldığı ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii’nin bulunduğu yüksek yerde veya yakınında olduğu ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi, kendi zamanında bu sarayın bulunduğunu ve Musa Çelebi tarafından etrafının bir duvarla çevrilmiş olduğunu bildirir. Yine onun yazdığına göre, Kanuni Sultan Süleyman da bu sarayı tamir ettirmiş ve acemi oğlanlarına tahsis etmiştir. Bu eski saraydan günümüze kadar bir iz kalmamakla beraber, Selimiye Camii’nin üst tarafındaki Saray Hamamı denilen Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamın kalıntısı olduğu kabul edilmektedir.

Edirne saraylarının en meşhuru, Hünkarbahçesi Sarayı denilen Yeni Saray olup burada harem daireleri ile diğer teşkilatlar vardı. Yine Evliya Çelebi’nin kaydına göre önceleri koru halinde bulunan bu yer, Sultan Birinci Murad tarafından imar edilmiş, fakat Sultan II. Murad, Tunca nehrinin kenarında bulunan bu mevkii köşklerle süslemişti. Kendisinden sonra gelenler de buraya ilaveler yaparak Kanuni zamanında mükellef bir hale getirmişlerdi.

İstanbul’un fethinden üç yıl sonra, yani 1457 senesinde Edirne şehri büyük bir yangın sonunda tamamen yok olmuş gibiydi. Bu arada saray da yangından zarar görmüştü. Bunun için şehrin yeniden imarı sırasında Fatih’in emri ile yeniden Hünkarbahçesi Sarayı diye anılan yerde inşa edilen sarayda altı bin iç oğlanı ile beşyüz civarında bostancı vazife görüyordu. İç oğlanları, Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi muhtelif koğuşlar halindeydiler. Bostancılar hem Edirne sarayı bahçelerine hem de Edirne’de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesihpaşa bahçelerine bakıyorlardı. Aynca Edirne Bostancıbaşısının idaresinde şehrin inzibat işleri ile de meşgul oluyorlardı. Hükümdarlar, İstanbul’da ikamete başlamadan önce Edirne sarayında, muhafız kapıcılar ve kapıcıbaşılar vardı. Bunlar sonradan kaldırılmışlardı. Onların yerine bostancılar bakmaya başlamışlardı. Edirne sarayındaki iç oğlanların kıdemlileri, üç senede bir İstanbul’daki yeni sarayın Enderûn kısmına veya kapı kulu süvari ocaklarına verilirlerdi. Keza Bostancılar da zamanı gelince kıdemlerine göre Yeniçeri, Sipahi veya Müteferrika olurlardı.

Edirne sarayı da İstanbul’daki yeni sarayda olduğu gibi Enderûn, Birûn ve Harem kısımlarından meydana geliyordu.

ENDERÛN

Osmanlı Devletinde XV. asır ortalarından itibaren medrese dışında en köklü ve sağlam ikinci eğitim kurumu, Enderûndu. Sarayın, Enderûn halkını, devşirme denilen bazı hıristiyan tebea çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getiriyordu. Bunlar, devşirme kanununa göre sekiz ila ön sekiz yaşları arasında toplanıp önce Enderûn dışındaki Edirne Sarayı, Galatasarayı ve İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-İslam adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderûn’daki ihtiyaç ve kıdemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray adap ve erkanini öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birisine çıkarılırlardı. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi. Kiler ve Hazine odasındaki eskiler, yani kıdemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (boşaldığında) buraya verilirlerdi. Veya zamanları gelince kapıkulu süvarisi olarak dışarı çıkarılırlardı. Bu odaların en ilerisi ve mümtazı olan Has oda idi ki, asıl Enderûn ağalan bunlardı. Gerek devşirme sistemi, gerekse İç oğlanları hakkında aşağıdaki bilgiler konuya daha bir açıklık getirecektir.

Devşirme olarak alınıp sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin muhtelif makamlarına namzet olarak yetiştirilen çocuklara, İç oğlanı denirdi. Rivayete göre Osmanlı sarayında İç oğlanı istihdamı Yıldırım Bayezid zamanından itibaren başlamıştır. İç oğlanlarının bedeni eğitimlerine de önem verilirdi. Ok atmak, mızrak kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem için başlıca bedeni hareketler olarak kabul ediliyordu. Bundan dolayı bunlar kuvvetli, çevik ve dayanıklı olurlardı. Bazen odalar arasında müsabakalar yapılırdı. Bunlar, mensup oldukları odalara göre hizmet ve sanat öğrenirlerdi. Öyle anlaşılıyor ki, İç oğlanları II. Murad zamanına kadar silah eğitiminden başka eğitim görmüyorlardı. Bu dönemde saray, Osmanlı Devleti’nin kültürel, siyasi ve askeri gelişiminin ana yönlerini belirleyen önemli bir faktör olmuştur. Bu bakımdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline gelmiştir.

HAREM

Topkapı Sarayı’nda ikinci avlunun solunda Divan-i Humayunun arka kısmında yer alan Harem-i Humayün, genellikle Haliç’e nazir çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından meydana gelmekte idi. Buraların üzerleri kubbeler ve tönozlarla örtülüydü. Duvarları en değerli çini ve mermerlerle kaplı olduğu gibi en güzel kitabe ve yazılarla da süslü idi. Gerek mimari form, gerekse bezemeleri açısından yüzyılları burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanlı padişahlarının hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. İslam dünyasında eskiden beri yaygın olarak bilinen bir terim olarak harem, sarayların ve büyükçe evlerin sadece hanımlara tahsis edilen bölümü ve selamlığın mukabili olarak kullanılmıştır. Topkapı Sarayı da Osmanlı padişahlarının sarayı olduğundan, padişahın aile efradı ve onlara hizmet eden kadınlara tahsis edilmiş bölümüne Harem-i Humayün denilmiştir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padişah olduğuna göre buradaki hiyerarşi ile mevcuT binaların konumu, tefrişi, mesafeleri hep hünkar dairesi esas alınarak belirleniyordu. Böylece valide sultan, hasekiler (kadın efendiler), şehzadeler, padişah kızları (sultanlar), ustalar, kalfalar ve cariyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer alıyorlardı.

Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar ve şehzadeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek mümkündür.

AK VE KARA HADİM AĞALARI

Ağa-i Babu’s-Saade” denilen kapı ağası, hadim ak ağalarından olup yeni sarayın baş nazırı, ve “Babu’s-Saade”nin amiri idi. Başka bir ifade ile bunlar, Osmanlı sarayının “Babu’s-Saade” denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Babu’s-Saade veya Kapı ağası idi. Ata tarihinde belirtildiğine göre Kapı ağalığı ile Hazinedar basılık, Saray ağalığı ve kilerci basılık, Sultan İkinci Murad zamanında ihdas edilmişlerdi. Kapı ağası, Harem’in en büyük zabiti durumunda idi. Kapı ağasının emrindeki Ak hadimlar, sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarında idi.

Kara hadim ağaları ise kadınların bulunduğu harem kısmında vazife görüyorlardı. Kara hadimların en büyük amirine “Darü’s-Saade Ağası” veya “Kızlar Ağası” denirdi. Bunlar harem kısmında bulundukları için kendilerine “Harem Ağası” da deniyordu.

BİRÛN ERKANİ

Osmanlı sarayının dış hizmetlerine bakan ve sarayda yatıp kalkma mecburiyetinde olmayıp dışarıda evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padişah hocası, hekimbaşı, cerrahbaşı, göz hekimi, hünkar imamı gibi ülema sınıfından olanlarla şehremini, matbah-ı amire emini, darphane emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri idi. Bunlardan başka sarayın Enderûn dışındaki hizmet erbabından olup emir-i alem, kapıcılar kethudaşı, çavuşbaşı, mirahur, bostancı ve bunların maiyetinde bulunan memurlar da “Birûn” erkani içinde yer alıyorlardı.

Birûn’da hizmet eden ilmiye sınıfı ile “Agayan-ı Birûn” yani dış ağaları denilen ağalar, sarayın Harem ile Enderûn kısmının haricindeki yer ve dairelerde oturup işlerini görürlerdi. Akşam olunca da evlerine giderlerdi. Bunlar, Enderûn ağaları gibi sıkı bir disipline tabi olmadıkları gibi sarayda yatıp kalkma mecburiyetleri de yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da bırakabilirlerdi. Birûn teşkilatının bütün tayinleri, sadr-i azam tarafından yaptırdı.

Ergunca
Ergunca tarafından yazılan son yazılar (Hepsi)

Yorum yapmaya ne dersiniz?