Osmanlı Devletinde Medreseler

Kategori: Tarihi Konular | 0
Osmanlı Devletinde Medreseler

Osmanlı Devletinde Medreseler

Prof. Dr. Remzi KILIÇ

Tarihimiz boyunca devlet adamlarına yol gösteren ve devletimizin hemen her kademesinde görev yapan, itibarlı bir zümre olan bilginleri yâni ulemâyı görürüz. Bu aydın zümrenin yerini ve rolünü ortaya koyabilmek için meseleyi Türk Devleti’nin devamlılığı açısından ele almak en doğru olanıdır. Gerek Çin kaynakları, gerekse Göktürk Kitabeleri, Türklerin İslamiyeti kabul etmeden önceki dönemlerde Türk Kültür hayatının çok ileri bir seviyede bulunduğunu ve bilginlerin önemli bir yer ve nüfuz sahibi olduklarını gösterir[1]. Göktürkler devrinde sadece Kağanların “bilge” olmaları yetmiyordu. Türk Kağanları’nın etrafındaki büyük memur ve komutanların da bilgi sahibi olmaları şarttı. Göktürkler’deki bu anlayış, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nde şehzâdelerin kültür seviyelerini yükseltmek için devrin ünlü bilginleri onlara ders vermek için görevlendirilirdi.

Osmanlı Medreseleri hakkında bilgi veren bazı araştırma[2] eserlerin bulunduğunu biliyoruz. Ancak devletin yükselişinde olumlu, çöküşünde ise olumsuz rolü bulunan medreseler ve “ulemâ zümresi” üzerine bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Osmanlı Tarihi içerisinde eğitim öğretim kurumu olan medreseler ve onun ürünü olan bilginlerin etki ve katkıları nelerdir? Padişah ve vezirler ile “Divân-ı Hümâyun”da yer alan bilginleri, Osmanlı Devleti’nin etkin ve önemli bir unsuru olarak görmekteyiz.

MEDRESELERİN MENŞEİ VE KISACA TARİHİ GELİŞİMİ:

Türkler’de ilim ve ilim adamına hak ettiği değer verilmiştir. Kültür ve medeniyet kavramları içerisinde din unsurunun yeri de büyüktür. Bir milletin kültürü dinî telâkki ile daha da şekillenir. Türkler tarihleri boyunca çeşitli sebeplerden dolayı bir kaç defa din ve dolayısıyla medeniyet değiştirmişlerdir. Türklerin İslamiyete girmeden önceki dönemlere ait kültür hayatını en ziyade Çin kaynakları ve Göktürk kitabelerinden öğrenebiliyoruz. Türkler, VIII. yüzyıldan itibaren ise, Müslümanlarla temas etmeye başladılar[3].

Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri X. yüzyıla kadar sürmüştür. Bilhassa Karahanlı Devleti (8401212) hükümdarı Satuk Buğra Han (903959) ile Türklerin topluluklar halinde müslüman oldukları görülür. Karahanlılar devri Türk Kültür ve Sanat Tarihi bakımından önemlidir. Bu devirde camiler, medreseler, köprüler ve kervansaraylar yapılmış, Buhara ve Semerkant şehirleri islamî ilimlerin öğreniminin yapıldığı merkezler haline gelmiştir. Maveraünnehir ilmi çevresi oluşmuştur[4].

Büyük Selçuklu Sultanı Melihşah (10721092) ile ünlü bilgin Cüveynî (ö.1085) arasında geçen bir olay ilmi bir otoritenin siyâsi iktidarın dahi üstünde olduğunu göstermektedir. Bir yıl Sultan Melikşah, hilalin gözükmesi üzerine o günü, ramazan günü ilan etti. Fakat İmam Cüveynî, O’nun aksine ertesi günün ramazan olduğuna ve oruç tutulması gerektiğine dair bir fetvâ verdi. Sultan Melikşah bu durum karşısında İmam Cüveynî’yi nezâketle sarayına çağırttı. Görüşme sırasında, ünlü bilgin; “Saltanata ait konularda fermana itaat görevimizdir.

Ancak fetvâya ilişkin meseleler de Sultan’ın bize sorması gerekir” dedi. Bu cevabı haklı gören Melihşah fetvaya uydu ve bilgini saygı ile uğurladı. Bunun gibi, ünlü bilgin Kemal Paşazâde bir gün Yavuz Sultan Selim’e, at üstünde olduğu halde eşlik ediyordu. Bilgin’in atının ayağından sıçrayan çamur Padişah’ın üstünü başını kirletti. Kemal Paşazâde üzüldü ve telaşlandı. Fakat Padişah, “Bir alimin atının ayağından sıçrayan çamur benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar” dedi. Bu hadisede Osmanlı devrinde bilim adamına gösterilen saygı ve değeri belirtir.

Türk tarihinde alimlerin cezalandırıldığı veya haksız yere idâm edildiğine çok az şahit olunur. Osmanlı tarihinde haklarında şikâyet olunan kadılardan bazıları katledildiği halde XVIII. yüzyıldan itibaren Şeyhü’l-İslamlar’dan da katledilenler olmuştur. Bu tarihten sonra ilim adamına değer verilmediği şeklinde değil de, ilmiye sınıfının gerilediği şeklinde yorumlanması gerekir.

İslamiyet ortaya çıktığında, Kureyş Kabilesi’nden okur-yazar on yedi kişi[5] bulunduğundan söz edilir. Câmilerin yapılmasından önce eğitim ve öğretim faaliyetleri evlerde yapılmakta idi. Hz. Peygamber daha Mekke’de iken, sahabeden Erkam’ın evinde Kuran-ı Kerim öğretmek ve İslam’ın esaslarını orada açıklamak suretiyle eğitim ve öğretim faaliyetlerine başlanmıştır. Daha sonraları câmiler yapılmasına rağmen bir çok Müslüman’ın evi eğitim merkezi gibi kullanılmaya devam edilmiştir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği zaman burada ilk iş olarak “Mescid-i Nebevî”yi tesis etmiş ve bunun bir bölümünü eğitim ve öğretim merkezi haline getirmiştir*. Câmiler’de başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri câmi dışı müesseseler kurulduktan sonra da devam etmiştir. Emevîler devrinde çocuklar için müstakil mektepler açılmıştır. Yetişkinlerin eğitim ve öğretimine tahsis edilen câmi dışı müesseselerin ilk örneklerini Abbasîler devrinde buluyoruz[6] .

TESİS EDİLEN İLK MEDRESELER:

İslam dünyasının Doğusu’nda Câmiiler’den ayrı olarak öğretim yapmak, öğrencilerin maddi sıkıntılarını karşılamak ve Şiî propagandasına karşı halkı aydınlatmak için medrese adı ile anılan müesseseler kurulmuştur. Medreselerin resmi bir teşekkül olarak devlet eliyle kurulması X. yüzyılda Karahanlılar Devleti (8401212) zamanına rastlamaktadır. İslam tarihçileri medreselerin ilk kurucusu olarak Nizâmü’l-Mülk üzerinde dururlar. Ancak bundan önce de pek çok medrese yapılmıştır. Horasan ve Maveraünnehr’in çeşitli bölgelerinde Fıkıh ve Hadis ile ilgili Gazneli Mahmud Gazne’de, kardeşi Nasr b. Sebuktigin Nişabur’da birer medrese inşâ etmişlerdir, fakat bu medreseler uzun ömürlü olmamıştır. Ancak Nizâmü’l-Mülk’ün gayreti medrese için yeni bir başlangıç olmuştur. Geçekten medrselerin devlet eliyle kurulması, meccanî olması, medrese teşkilâtının ayrıntılarına kadar tesbiti Selçukluların eseridir. Selçukluların medreseleri; ilmî gelişmeyi sağlamak, alimlere maaş vererek devletin yanında tutmak ve Fatımîler’in Şiilik propagandasına karşı, Sünnî akideyi müdafaa için kurduğu iddia edilmektedir[7].

Nizâmiye Medresesi, Nişabur şehrinde kurulan en önemli medreselerden biridir. Bu medrese İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî için Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk tarafından kurulan Nizâmiye Medresesidir. İbn Cübeyr, Bağdat’ta otuz küsûr medrese gördüğünü onların en güzel köşklerden bile muhteşem olduğunu, en muazzam ve ünlü olanın ise Nizâmu’l-Mülk’ün yaptırdığı Nizâmiye Medresesi olduğunu ifade etmiştir[8]. “Tanınmış ilim ve fikir adamlarını sinesinde toplayan maaşlı müderrisleri (profesörleri) aylık ve erzak tahsisatı alan öğrencileri ile meccanî öğretim yapan, ders programları tesbit edilmiş ve zengin kütüphâneler ile donatılmış en yüksek öğretim müessesesi olarak medrese İslam dünyasında Sultan Alparslan tarafından kuruldu (1066). Bağdad’da altmış bin altuna inşâ edildiği rivayet olunan Nizâmiye adlı bu medreseye çarşılar, han, hamam ve çiftlikler vakfedilmişti”[9]. Dinî bakımdan Hanefî ve Şâfîi fıkıhlarını öğreten Bağdad Nizâmiyesi’nin yanı sıra, Nizâmü’l-Mülk daha sonra Isfahan, Musul, Merv, Belh gibi şehirlere de kendi adı ile anılan medreseler tesis ettirdi[10].

İslam dünyasında bu medreselerde yetişmiş bir çok düşünür, zamanlarının hükümdarlarına nasihat yollu, devlet ve hükümet idaresiyle ilgili tavsiyelerde bulunmuşlar, bu hususta eserler yazmışlardır. Bu tip eserlere genellikle “Nasihâtü’l-Mülûk” denir.

Farâbî’nin; Medinetü’l-Fâdıla, Siyâsetü’l-Medeniyye, İmam Gazzâli’nin; Nasihâtü’l-Mülûk, Mâverdi’nin; el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, Nizâmül-Mülk’ün; Siyâset-Nâme’si bu vesile ile zikredilebilir. Osmanlılar devrinde, bu gibi eserlere misâl olarak Keykâvus’un; Kâbusnâme adlı eserinin Mercimek Ahmed tarafından yapılan tercümesi, Fatih’in oğluna nasihati olan; Nasihât-ı Sultan Murad, Kanunî Sultan Süleyman devri sadr-ı a’zamlarından Lütfi Paşa’nın; Asâf-nâme’si, Gelibolu’lu Mustafa A’li’nin; Nasihâtü’s-Selâtin’i, Kitâb-ı Müstetâb’ı, Koçi Bey’in; Telhisât der Ahvâl-i A’lem-i Sultan Murad Han veya Koçibey Risâlesi, Kâtip Çelebi’nin; Düstûru’l-Amel li Islâhi’l-Halel’i ve Mizânü’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ehakk’ı, Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın; Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ gibi eserler bu konu da hatırlatılabilir. Ayrıca, Koca Sekbânbaşı Risâlesi, Kemânkeş Kara Mustafa Paşa Lâyihâsı, Resmî Ahmed Lâyihâsı, Aynî Ali Efendi’nin; Kavanîn-i A’li Osmân der Hulâsâ-i Mezâmin-i Defteri Divân’ı vardır.

Yukarıda bahsedilen Osmanlı devrine ait; Nasihât-nâme, Siyâset-nâme ve Lâyihâ türündeki eserler, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü ve dönemlerindeki bozuklukları kendi üslupları içinde anlatan önemli belgelerdir[11]. Padişahlar tarafından çıkarılan, Adalet-nâmeler ve Islahat fermanları gibi belgeleri de, aynı grupta değerlendirmek gerekir. Çünkü bu belgeler de ilgili müesseselerdeki bozuklukların düzeltilmesi için verilen emir ve yasakları göstermeleri bakımından çok önemlidir.

Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı Devleti; kendi çağlarına göre ileri bir toplum düzenine dayanmaktaydı, diyebiliriz. XVI.Yüzyıla gelindiğinde, Fransa Kralı I. François, Osmanlı Devleti’nden iki milyon duka altın borç ile cephâne, at ve savaş gemisi istemekteydi. Akdeniz Adaları ve İtalya Türk buğdayına muhtaçtı. Kraliçe Elizabeth, Türklerin yün boyama tekniğini çalmak ve İngiltere’ye Türk işçileri kaçırmak gayesi ile İstanbul’a ajanlar gönderiyordu. Fransız yazarı Braudell’e inanmak gerekirse, Kral VII. Henry, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Türk Hukuk Sistemi’ni incelemek üzere heyet gönderiyordu.

OSMANLI MEDRESELERİ:

Osmanlı ilmiye teşkilâtını; müderrislik, kadılık, Kadıaskerlik,ve şeyhülislamlık olmak üzere dört ana başlık altında toplamak mümkündür. Osmanlı eğitim ve öğretiminin en önemli müessesesi hiç şüphesiz ki, medreselerdir. Osmanlılar’da medreseler genel olarak orta ve yüksek tahsil tedrisatı yapılan kurumlardır[12].

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu müteakip padişahlar ve devlet adamları eğitim ve öğretim faaliyetlerine önem verdiler. Devletin hızla genişleyen topraklarından başka öteki İslam ülkelerindeki ve özellikle kendilerden önceki Anadolu Selçuklularını örnek alarak benzeri özel medreseler açmaya başladılar[13] . İlk Osmanlı Medresesi İznik’te Orhan Gazi tarafından 1330’da kurulan “İznik Orhaniyesi “adını alan medresedir. Orhan Gazi bu medresenin başına Kayserili Davut efendiyi müderris olarak getirmiş ve medrese için vakıflar tesis etmiştir[14]. Yine İznik’te Süleyman Paşa kendi adına bir medrese kurmuştur. Osmanlılar’da medreseler hem program hem de mimarî bakımından büyük bir gelişme gösterdiler. I. Bayezid Han Bursa’ya câmiler ve medreseler inşâ ederek bir ilim merkezi haline gelmesini sağladı. Bundan sonra bir çok medrese kurulmuş ve yayılmıştır. Osmanlıların ilk bir buçuk asır zarfında yaptıkları medreselerin derece itibariyle en mühimleri İznik, Bursa ve Edirne medreseleri idi[15].

Osmanlı Devleti’nde resmî bir müessese olarak medreselerin devlet nizamı içinde yer alması Fatih Sultan Mehmed’in kendi adıyla kurduğu “Fatih Medreseleri” ile başladı[16]. İstanbul’un fethinden sonra medrese nizamına hız verildi. Fatih Sultan Mehmed şehirdeki kilise ve manastırları medrese haline getirdi. Fatih Medreseleri’nin kurulması Osmanlı medrese teşkilâtı için bir yenilik sayılır. Fatih Kanunnâmesi’nde “Sahn-ı Semân”[17] diye adlandırılan medreselere Semâniye Medreseleri’de[18] denir. Bu medreseler; Haşiye-i Tecrid, Miftâh, Kırklı, Ellili, Hariç, Dâhil, Sahn-ı Semân, Altmışlı olarak zikredilebilir. Osmanlı Medreseleri’nde; Kelam, Mantık, Belagât, Lügat, Nahiv, Matematik, Astronomi, Felsefe, Tarih, Coğrafya gibi ilimlerin yanında Kur’an İlimleri, Hadis ve Fıkıh gibi dersler de okutuluyordu[19].

Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı Sahn-ı Semân ya da Medâris-i Semâniye denen sekiz yüksek düzeydeki medresenin her birinin on dokuz hücresi (oda) vardı. Sekiz müderrisin birer odası ve elli akçe gündeliği vardı. Her medresede bir odası ve beş akçe gündeliği bulunan, ekmek ve çorba verilen birer muîd (müderris yardımcısı) vardı. Her medresenin on beş odasına iki’şer akçe gündelik, ekmek ve çorba verilen birer danişmend (talebe) yerleştirildi. Geri kalan iki oda kapıcılara ve ferraş denen temizlikçiye ayrılmıştı. Tetimme medreseleri ya da Mûsıla-i Sahn denen sekiz medrese ise orta öğretim düzeyinde idi. Her medresede on bir oda vardı. Her odaya suhte (Softa) denen üç kadar öğrenci yerleştirilmişti. Fatih ayrıca câmiye çevrilen Ayasofya kilisesinde ve Eyüp câmiinin yanında medreseler yaptırdı. Ayasofya medresesi Sahn derecesinde idi. Ayasofya’nın ilk müderrisi Molla Hüsrev’dir[20] .

Süleymaniye Medreselerini ise, Kanuni Sultan Süleyman kurmuştur. Babası Yavuz Sultan Selim adına Yenibahçe’de bir medrese yaptırmıştır. Daha sonra da 1544’de şehzâde Mehmed için bir medrese açtırdı. Fakat Osmanlı Devleti’nin en ileri durumundaki müesseselerinden biri 15501557 yılları arasında kurulan “Süleymaniye Medresesi”dir. Özellikle ordunun, tabib, cerrah, mühendis ihtiyacını göz önünde tutan Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul’daki Süleymaniye Camii yanında bir Tıp Medresesi, Dârüşşifâ, Riyâzıyât (Matematik) öğrenimine mahsus dört medrese, bir Dârü’l-Hadis ve bir Tetimme tesis etti[21].

Fatih Sultan Mehmed’in Sahn-ı Semân Medreseleri; Tefsir, Usul-i Fıkıh, Fıkıh, Kelâm, ve Arap lisaniyatı üzerine tedris yapan İlâhiyat, İslam hukuku ve Arap Edebiyatı Fakültesi idi. Henüz müsbet ilimlere mahsus olan Tıp ve Riyâziyat(Matematik) Fakülteleri yoktu. Bu ihtiyaç göz önüne alınarak mevcuda ilâveten; Tıp, Riyâziye Fakülteleriyle bir de Darü’l-Hadis isimli medreseler yapıldı[22].

Süleymaniye Medresesi İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine kurulmuştu. Medreseler’de haftada dört gün ders okutuluyordu. Her medresede talebelerin yatıp kalkması için hücre denen medrese odaları vardı. Talebelere günde iki defa yemek verilirdi. Süleymaniye Medreseleri yâni Sahn-ı Süleymaniye yapıldıktan sonra Dâhil Medreselerini tamamlamış olan talebelerden arzu edenler Sahn-ı Seman’a arzu edenler Sahn-ı Süleymaniye’ye devam ederlerdi. Süleymaniye medreseleri yapılıncaya kadar en yüksek müderrislik Sahn-ı Semân müderrisliği iken, Süleymaniye Medreseleri’nin inşâsından sonra müderrisler İbtidâ-i altmışlı yâni altmış akçe yevmiyeliden başlayarak Hareket-i altmışlı, Mûsıla-ı Süleymaniye Hamise-i Süleymaniye ve Süleymaniye ve müderrisliğin son kademesi olarak Dâru’l-Hadis’i Süleymaniye müderrisliğine yükselirdi[23].

Medreselerin olumsuz etkilerine gelince, Osmanlı Devleti’ndeki çöküşün başlangıcını, Kanuni Sultan Süleyman (15201566) devrine kadar götürmek mümkündür. Çünkü hadiselerin ortaya çıkışı ile sebepleri arasında belli bir zaman farkı vardır. Batı’dan oldukça ileri durumda bulunan Osmanlı Devleti’nin yükselme devrindeki refâh ve sükûnet, Kanunî Sultan Süleyman devrinin sonlarına doğru yerini yavaş yavaş huzursuzluk ve karışıklıklara bırakmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’ndeki çöküş sebepleri arasında tam bir iç içelik söz konusudur. Siyâsi, idâri, içtimâi, askerî ve kültürel bozulmalar biri birilerinden ayrı ayrı ele alınamayacağı gibi, aynı zaman da biri birilerine de sebep teşkil ederler.

Osmanlı Devleti XVI. yüzyılın sonlarına doğru gerilemeye başlayınca, ulemâdan kimi şahsiyetlerin, devlet idaresi ve yönetimdeki bozulmaların düzeltilmesi ile ilgili düşüncelerini padişahlara zaman zaman eserler ve lâyihâlar halinde sundukları görülmektedir[24]. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla beraber tesisine başlanan medreseler[25], devletin gerilemesine paralel olarakta bozulmaya başlamıştır. Bozulan medreselerden mezun olan ulemâ da kendi sahasında yetersiz olmakla kalmayıp, bütün kötülüklerin kaynağı gibi görülmeye başlanmıştır.

Fatih’den sonra Kanuni Sultan Süleyman zamanında Medreseler’de Riyâziyât ve Tabiat dersleri çok önem kazanmıştır. Fakat bunlardan sonra bu derslere karşı düşmanlık başladı. Müsbet ilimlerin kaldırılmasına ve Medrese eğitiminin bozulmasına karşı ilk tepki XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi(16091658)’den gelmiştir. O “Mizânu’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ehak” adlı eserinde; “medreselerin içine düştüğü aymazlığı, gafleti müderrislerin bilgisizliğini ileri sürmüş ve öğretimde doğru yöntemlerin uygulanmasını, Batı’daki bilimsel gelişmelerden yararlanılmasını önermiş ise de bu görüşleri dikkate alınmamıştır[26] .

Padişah ve devlet adamlarından oluşan ıslahatçılar, Devlet’in başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere, bütün müesseselerini ıslah etmeye çalıştılar. Bu süreçte “Medrese Teşkilâtı” da, ıslah edilmeye çalışılmıştır. Ulemâ’dan ıslahatçıların yanında yer alanlar olduğu gibi, yenilik hareketlerine karşı çıkanlar da olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde önemli bir rolü olan ulemâ, devletin çöküşünde de menfi davranışlarıyla etkili olmuştur. Tarihin tekerrürünü düşünürsek, bazan devletimizi ve hürriyetimizi kaybetmek gibi acı bir gerçekle karşılaşırız.

Osmanlı Devleti’nin çöküşünde rolü olan, eğitim ve öğretim alanındaki bozulmaya bağlı olarak yetişen ulemânın yetersizliği bilinmesi gereken bir husustur. Bu dönemin ortaya çıkarılması, bugün eğitim ve öğretimle uğraşanların görevi sayılmalıdır. “Kütüphânelerimizde Osmanlı döneminden kalma henüz gün ışığına çıkmamış, değerlendirilmemiş ve dolayısıyla içlerinde nelerin bulunduğu hususunda yeterli bilgi edinilmemiş, yazma veye basma çok sayıda eser bulunduğu mâlumdur”[27]. Söz konusu eserler peyderpey tetkik edildikçe elimize eğitim tarihimize ait daha sağlıklı bilgiler geçeceği muhakkaktır.

XVIII. Yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı Devleti coğrafi genişlik itibariyle Avrupa devletlerinin Rusya müstesnâ en büyüğü olma özelliğini korumuştur. Osmanlı topraklarındaki nüfus otuz beş milyon ile elli milyon arasında tahmin edilebilir. Osmanlı Devleti’ndeki nüfus genellikle Müslüman idi. Üç’te biri Gayr-i Müslim topluluklardı. Çok çeşitli kavimlerin tek bir devlet bünyesinde idare edilmesi çok tabi olarak güçtür. Bu sebeple devlet idaresinde meydana gelen bozukluklar zamanla diğer müesseselere de sirayet etmiştir. Tabidir ki, bundan medreseler de payını almıştır.

Koçi Bey, XVII. yüzyılda baş gösteren askerî, idâri ve ilmî bozuklukları izâh ederken; Kanuni Sultan Süleyman’ın divân toplantılarına çıkmamakla, sadece askeri erkânı değil, Beylerbeyileri dahi tanımadığını, İbrahim Paşa’yı derhal vezir-i a’zam yaptığını, kızı Mihrimâh Sultan ile evlendirerek vezir-i a’zamlığa getirdiği Rüstem Paşa’yı, temlik ettiği pek çok köyle bir hükümdar gibi zengin ettiğini, Rüstem Paşa’nın servetiyle birlikte zînet ve şöhretinin arttığını, kendi zamanlarına kadar sirayet eden hastalıkların başlangıcının bu tür uygulamalar olduğunu ve bu görüşlerin zamanının mütefekkirlerine de tesir ettiğini bildirmiştir[28].

Osmanlı’da devlet idaresinin bozulmasında, “dönmeler”diye tabir edilen yabancı unsurların idare de görev almasının da büyük rolü olmuştur. XVIII. yüzyıl merkezî siyâset kuvveti, yani saltanat makamı gittikçe zaafa uğramıştır. Bu hadisenin başlıca sebeplerinden birisi; en yüksek iktidar makamında bulunan Padişah’ın ve devlet idaresini yöneten zâtların ekseriyetle ihâtâ, iktidâr, liyâkat ve bilgice noksanlıkları ve ahlakça düşkünlükleri olmuştur. Osmanlı Devleti’nin çöküşünde iki tarihi neticenin devamı görülmektedir. Ülke arazisinin harici düşmanlar tarafından zapt ve istilâsı, diğeri ise; tebâyı oluşturan Gayr-i Türk ve Gayr-i Müslim unsurların câmiadan ayrılıp birer siyâsi heyet teşkil etmeleridir.

Osmanlı Devleti’nde, garip-yiğit ve gönüllülerden savaşlarda yararlılık gösterenlere ulûfe ve tîmar verilmekte idi. İçlerinden bir kısmı ilmiye sınıfına girmek için eğitimin parasız olduğu medrese ve imaretlerinde kümelenmeye başlamışlardır. Köylerinde çiftini çubuğunu bırakan bu boş insanlar, zengin şehirlerin ve çiftliklerin bulunduğu yerlere yığılıyorlardı. Bu yüzden de, tabî olarak asayişsizlik, cinayet, fuhuş, hırsızlık gibi olaylara sebebiyet veriyorlardı. Sözü geçen boş insanlar eşkıya gibi hareket etmelerine rağmen, hükümet bunları cezalandırmaktan aciz bir haldeydi. Bu çiftbozanlar hükümet hizmetlileri kadrolarından sıyrılmış, yâni hükümet kesiminde iken kanunsuz eylemlere girişmiş kişileri örgütleyerek “Celaliliğe” çevirmişlerdir. Ekonomik bunalımların sebep olduğu bu hareketler gün geçtikçe büyümüştür. Bazan bu gurupların azınlıklarla ortak hareket ettikleri dahi görülmektedir.

Celâlilerin ortaya çıkışları, III. Sultan Mehmed’in padişahlığı (15951603) dönemine rastlamaktadır. Ortadan kaldırılması ise I. Sultan Ahmed (16031617) dönemindedir. 15951617 yılları arası “Celali İsyanları” uzun süre iç bünyeyi de dolayısıyla devleti meşgul etmiş ve sarsmıştır. Kara Yazıcı ve Hüseyin Paşa en meşhur celâli hareketlerinin mümessilleridir. Medrese talebesinin bir kısmı da bu hadisede önemli bir gurubu meydana getirirler. Suhte hareketleri olarak bunlar zikre değer. Osmanlıların çöküşünde tutarsız bir mâli politika güdülmesinin sonucu olarak ortaya çıkan iktisâdi buhranın da çöküşte payı büyüktür. XVII. yüzyıla kadar geniş topraklar kazanılmış olması medrese mezunlarına geniş bir iş imkanı sağlıyordu. Bu itibarla medreseler, askeriyye sınıfının “Ehl-i Şer” (İslam hukukçuları) kesiminde görev alan diplomalı kişiler yetiştiren pratik kurumlar haline dönüşmüştür.
Çiftbozanlığın artması sonucu medreselerdeki öğrenci sayısı da hızla artmıştır. Medrese ve imâretlerinde normalden çok daha kabarık bir halde yaşayan öğrenciler bu şartlar altında derse çalışma imkan ve iradesini bulamıyorlardı. Gurbetçi gençlerin ilk sığınacağı yer medreseler ve imârethâneler olmuştur. Bu durumda öğrenciler ruhsal bunalıma düşmüşler ve bir takım ahlaksızlıkların da çoğalmasıyla, imâretlerinde içe kapanık hayattan sokağa fırlayan gençler, saldırgan,zorba ve eşkıya davranışlı oluyorlardı. 1543‘de Anadolu kadılarına yollanan bir genelge fermanda; levent sürülerinden halkı korumak için alınacak tedbirler bildirilirken, “Talîb-i ilimden Levent Suhtesi”ne de geniş yer verilmiştir.

MEDRESE MEZUNLARININ ALDIKLARI GÖREVLER VE TOPLUMDAKİ YERLERİ:

Osmanlı Devleti Örfî hukukun yanı sıra Şerî hukuka göre idare edilirdi. Ancak bazan hükümdar da bazı hususlarda yetkili olurdu. Şeriat’ın anlaşılması ve tatbiki belli seviyede bir tahsil ve ihtisas gerektirirdi. Bu işlerde uğraşanların İslam hukukunu iyi bilmesi gerekirdi. Din alimleriyle adalet hizmetlileri bir sınıf içerisinde birleştirilmiş ve bunlara “ulemâ” adı verilmiştir. Kadılar, öğretmenler, imamlar, doktorlar, matematikçiler, astronomi alimleri ve din alimleri hepsi medrese de eğitim gören ve toplumda önemli rolleri olan aydın kimselerdi. Kısaca medreseler Osmanlı toplumunun bürokrat, asker, doktor ve yargıç gibi her türlü eğitilmiş elemanını sağlıyordu. Sadrazamlığa kadar devletin her türlü kademesinde görev yapan ulemânın toplum üzerinde etkili bir itibarı vardı. Şeyhülislamlar ve kadıaskerler yüksek gelirli kimselerdi. Müderrisler ve diğer din hizmetlileri de maddi bakımdan rahat bir hayat yaşıyorlardı.

Müderrislik: Medrese’den mezun olup diploma aldıktan sonra mülâzemet ve kadıasker defterine kaydolunarak en aşağı derecede olan Haşiye-i Tecrid medresesi müderrisliklerinden birine tayin edilirdi. Daha sonra sırasıyla Miftâh, Kırklı, Hariç-Ellili medreseleri müderrisliklerine yükselir. Kadıaskerler’inde hazır bulundukları imtihanda başarılı olduğu takdirde Sahn-ı Semân medreselerinden birine terfi ederdi. Bu son müderrisliği bu günkü anlamda profösörlük ile mukayese etmek mümkündür[29].

Kadılık: Şer’i ve hukukî hükümleri tatbik eden, aynı zamanda hükümetin emirlerini yerine getiren bir makamdır. Kadılar’a “Hâkimü’ş-Şer” veya Hâkim’de[30] denir. Osmanlı Devleti ile birlikte Kadılık Teşkilâtı’nında kurulmuş olduğunu görmekteyiz. Kadılar’ın en önemli ve sürekli gelirleri, yaptıkları hizmetlerden alınan ve Padişah fermanıyla belirlenen harçlardı. Bir de Kadıaskerler vardır ki, bunlar yüksek yargıçtırlar. Anadolu Selçukları da bunu Osmanlılar’dan evvel bulundurmuşlardır. Kadıaskerler Vezir-ia’zam tarafından tayin edilirdi[31].

Şeyhü’l-İslamlık: Osmanlılar’da Hanefî fıkhı üzerine şer’i ve hukukî meselelere ait dinî hükümler veren kişiye “Müftî” karara da “Fetvâ” denmiştir. Müftüler’e Şeyhü’l-İslam ünvânı da verilmiştir. Bunun ilk tarihi bilinmemektedir. Selçuklular’da her şehirde bulunan Müftüler’e Şeyhü’l-İslam denirdi. Osmanlılar’da ise sadece Başmüftü’ye Şeyhü’l-İslam denilmiştir. Fatih devrinde Şeyhü’l-İslamlık resmi bir nitelik kazanmıştır. 1574 yılına kadar müderris ve kadıların tayinleri Vezir-ia’zam’a ait iken, bu tarihten sonra bu görevi Şeyhü’l-İslamlara bırakılmıştır. Şeyhü’l-İslamın en önemli görevi ciddi konularda fetvâ vermekti. Şeyhü’l-İslamlar dürüst ve bilge kişilerden seçilirdi[32] .

OSMANLI DEVLETİN’DE ISLAHAT VE YENİLİK HAREKETLERİ:

Osmanlı Türkleri XVII. yüzyılda zaferler kazanırken bazan da mağlubiyetler görüyordu. Bu sebeple azamet devrine nazaran bir inhitat içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Fakat mütefekkirleri askerî, idârî ve ilmî müesseseler de müşahede ettikleri bozuklukları ıslâh etmek sayesinde, “Devlet-i Ebed Müddet” olan milletin eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve manevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Osmanlı âlimleri Avrupa Devletleri’nin ilerlemelerinde reform ve rönesans hareketleri ile gelişmiş olan müesseselerinin oynadıkları rolünü değerlendirmekten uzak kalmışlardır. Esasında Türklerin kendi medeniyetlerine ve üstünlük duygularına bağlı kalmaları ve Avrupa’da gelişmekte olan yeni medeniyete itibâr etmemeleri normal idi. Nitekim tarihi medeniyetlere mensup olan diğer milletler de hemen aynı psikoloji içinde bulunuyorlar, uzun müddet kendi âlemleri dışında bir medeniyetin mevcudiyetini kabul edemiyorlardı. Osmanlılar kendi medeniyetlerinin inhitatları ve ona çare bulunması hakkında ancak kendi bünyelerine göre görüşler ileri sürmüşler, meseleleri cihânşümul bir mahiyette düşünememişlerdir. Bu da ulemânın yüzyıllarca batılıları daima kafir saydıkları ve medeniyetlerini küfür addetmelerinden kaynaklanmaktadır.

Osmanlı Devleti XVIII. yüzyıl sonlarına kadar bazı yerleri kaybetmesine rağmen onlara tekabül edecek ıslahatlarda yapmışlardır. Osmanlı toplumunda herhangi ıslahat çalışmasının halktan beklenmesi düşünülemezdi. Islahat ya açık fikirli padişahlar veya bunların hamiyetli vezirleri tarafından yapılmıştır. XVIII. yüzyıldan önce Genç Osman (16181622), IV. Murat (16171640) ve “Köprülüler” ailesinden gelenler ıslahat yapmışlar. Genç Osman hariç hepsi başarılı olmuşlardır. Fakat bütün ıslahat çalışmalarında güdülen gaye, devlet müesseselerinde temelli bir yenilik yapmak değildir. Görüldüğü gibi ıslahat fikirleri ve gereği devletin askeri sahada yenilgiler alması üzerine ortaya çıkmıştır. Islahatçılar devletin bozulmuş olan düzenini kuvvete dayanarak tekrar kurmak istemişler.

Osmanlı Devleti misyonunu; Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye söylediği; “Adil ol, merhametli ol, iyi adam ol, halkı eşit olarak himaye et, İslam Dini’ni yay ve genişlet, yeryüzünde hükümdarların görevi budur. Ancak böylelikle Allah’ın lütfuna erişirsin, bilmediklerini bilenlere danış” sözü ile ifade etmek mümkündür. XVIII. yüzyılda Avrupa Medeniyeti teşekkül etmiş ilim ve felsefe de büyük hamleler yapılmıştır. Kanunî devrine dönüş fikri ile yapılan ıslahatların devamlı olmaması ve köklü bir değişiklik getirmemesi Osmanlı ordularının sürekli yenilmesi ve bu yüzden Avrupa’ya yaklaşma fikrinin gayri ihtiyârî olarak gelişmesi ile XVIII. yüzyıldan itibaren “Batılılaşma Anlayışı”nın doğduğu söylenebilir. Özellikle III. Selim’den sonra Islahat Layihâları’nda Batı’yı misâl alma isteği ağırlığını açıkça hissettirmiştir. Yine bu dönemden itibaren yenilik hareketleri daha ziyade Padişah ve sadr-ı a’zamların doğrudan doğruya yetkisi ve denetimi altına alınmıştır.

Kanunî Sultan Süleyman devrinde başlayan Osmanlı-Fransız dostluğunun devamlılığı, Fransa’nın Avrupa politikasında üstün bir duruma haiz olması, Türk düşmanı olarak kabul edilen, Ziştovi ve Yaş antlaşmalarına kadar harp halinde bulunan Rusya ve Avusturya devletlerine karşı bir siyaset gütmesi askerlik sanatında diğer devletlerden ileri bulunması, Osmanlı devlet adamlarına tasarladıkları ıslahat için Fransa’dan faydalanmak gereğini kabul ettirdi. III. Selim daha veliaht bulunduğu sırada devlet ricalinden bazı şahıslar vasıtasıyla Fransa kralı XVI. Lui ile irtibat kurarak, hükümdar olduğu zaman devlete bir nizam vermek bilhassa Avrupa orduları tarzında talimli bir ordu vücuda getirmek arzusunu belirtmiş, buna mukabil olarak Fransa Kralı kendisine bazı tavsiyelerde bulunmuş idi.

LALE DEVRİ: Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra duraklama devrine giren Osmanlı Devleti’ni, ondan sonra gelen hükümdar ve devlet adamlarından bazıları kurtarmak için çaba sarf etmişlerdir. XVII. yüzyılda Genç Osman (16181622), IV. Murad (16231640) ve Köprülüler yaptıkları reformlar ile Osmanlı Devleti’ne eski gücünü kazandırmak istemişler. Reformcular öldükten sonra devlet tekrar reforma gerekli duruma düşmüştür. Osmanlılar’da 1711’de Prut ve 1716’da Pasarofça antlaşmalarının imzalanmasını müteâkip, ıslahat ve yenilik faaliyetlerinin başladığını görmekteyiz. III. Sultan Ahmed zamanında (17031730) antlaşmaların verdiği huzur sayesinde, Sadra’zam Damat İbrahim Paşa’nın Padişahı barışçı ve ıslahatçı bir siyaset güdülmesi gerektiğine inandırmasıyla girişilen kültür ve imar faaliyetlerinde, Avrupa’nın medeni tesirlerinin önemli bir rol oynadığı görülür. Bu devirde Avrupa’nın önemli merkezlerine ilk defa bazı elçiler göndermek suretiyle batı medeniyetini sathi de olsa tanımak fırsatı bulunmuştur[33].

Lale devrinde sanatın gelişmesiyle beraber yenileşme bakımından kayda değer en önemli olay, matbaanın Türkiye’ye girmesidir. I. Mahmud (17301754) ve II. Mustafa (17571773) zamanlarında Humbaracı ve Topçu ocaklarının Batı tarzında teşkilatlandırılmasına girişildi. III. Mustafa yeniliklerine inanan bir Padişah olarak, özellikle Avrupa tekniğini iktibasa çalıştı. Bu amaçla Fransa’dan Baronde Tott ve başka mütehassıslar getirerek “Mühendishâne ve Bahriye” sınıfı ve mekteplerini ıslah etmeye çalıştı[34]. I. Abdulhamid zamanında (17741789) Sadrıa’zam Halil Hamid Paşa ile orduda teknik sınıfların modernleşmesine devam edildi.

III. SELİM DEVRİ: 1789’da tahta geçen III. Selim devrine kadar gayr-i ihtiyâri olarak, Batı alemine bir yaklaşma olmuştu. Avrupa’yı tanıtmak amacıyla elçiler gönderiliyor ve dillerinin öğrenilmesi isteniyordu. III. Selim (17891807) gün geçtikçe çözülüp anarşiye gömülen müesseseleri Batı usulüyle yenileştirmeye karar verdi[35]. Türk tarihi boyunca, devlet adamlarının devlet yönetiminde danışma kurumuna önem verdikleri ve devamlı suretle alimlerin fikir ve düşüncelerinden yararlanmayı ihmâl etmedikleri görülür. Uygurlar Devleti’nde hakanlara yol gösteren ilim ve fikir adamlarına “Tayanç” ve “Kengeşci” denirdi. Oğuz Devleti’nde “Kengeş Meclisi” vardı. Büyük Selçuklular bu âlimlere İhtiyarlar Meclisi demişlerdir. Osmanlılar ise “Meclis-i Meşvered” adı ile bu geleneği devam ettirmişler.

XVIII. yüzyılda III. Selim devrinde devlet işlerinin görüşülmesi için Meclis-i Meşvered’in sık sık toplanmaya başladığı görülür. Sultan Selim’in Meclis-i Meşvered’de; “Allah aşkına Devlet elden gidiyor, Siz’de bu Devlet’e hissemendsiniz” diye herkesi serbestçe fikirlerini açıklamaya davet ettiği görülür[36]. “Meşvered Allah’ın emri ve Sünnet-i Şerife’dir.” sözü ile bu danışma kurumuna işlerlik kazandırmak istemektedir. III. Selim zamanında yapılan yenilik hareketlerinin en mühimi olması itibari ile “Nizam-ı Cedid Ocağı” önemlidir. Durumlar ne olursa olsun mevcut asker ocaklarını hemen kaldırmak imkansızdır. Bu nedenle Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı yoluna da gidilmiştir. III. Selim neticede Kabakçı Mustafa Paşa’nın yönettiği bir ayaklanma sonucu tahttan indirilmiştir[37].

II. MAHMUD DEVRİ: II. Mahmut (18081839) tahta geçtiği sıralarda iki önemli hadise vardır. Merkez’de anarşi unsuru haline gelen yeniçerilerin bir nizama konması ve modern bir askeri sınıfın kurulması ile Eyâletler’de türeyen derebeylerin itaate alınmasıydı. Sultan Mahmud bütün devlet müesseselerini modernleştirmek tam manasıyla yeni bir nizam getirmek istiyordu. 1826 yılında talimli asker yetiştirilmesi için önce Yeniçeri Ocağı’nın ileri gelenlerinin muvafakatları alındı[38]. Aynı zamanda Mehmet Tahir Efendi’de fetvâ verdi. Bu “şer-i delil” meşverette bulunanlar tarafından imzalandı. Eşkinci adı verilen bu yeni ocağa yeniçerilerden bir miktar asker alınarak işe başlandı. Ulemâ’nın fetvalarına rağmen yapılan iş kafirleri taklit sayıldı.

Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı ve Nizâm-ı Cedid’in yeniden kurulacağı sözleri çıkarıldı. Yeniçeriler kazanlarını Et Meydanı’na çıkardılar. Saray’a ve yeni düzene karşı klasik ihtilâl bir defa daha başlamış oldu. En büyük engel olan Yeniçeri Ocağı’nı bertaraf etmek isteyen Padişah, artık yeni bir ordu kurmayı kesinlikle kararlaştırdı. Nizâm-ı Cedit ve Sekbân Ocakları’na mensup subay ve askerlerle kuruluşuna başlanan bu yeni orduya; “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye” adı verildi[39]. II. Mahmut iktisât sahasında da ıslahata girişmiş fakat başarılı olamamıştır.

MEDRESELERİN BOZULMASI: Medreseler’de sınıf yerine ders esası vardı. Bir öğrenci istediği hocadan istediği dersi alırdı. İlla bir medresede bir talebenin öğrenimini tamamlaması mecbur da değildi. Böylece son derece verimli bir akademik rekabet esası getirilmişti. Başlangıçta medreseler de; akli, nakli ve şer-i ilimler bir arada tedris ediliyor, taşradaki medreselere “müderris” yetiştiriliyordu. Sonraları “kadı” da yetiştirilmiştir. Ayrıca müftülük, cami hizmetleri, kâtiplik gibi sahalarda da elemanlar yetiştirilmiştir. Osmanlı medreselerinin en büyüklerinde bile müderrisin okuttuğu talebe sayısının yirmi’ye ulaşmadığı görülür. Talebeler medreselerin yanında veya yakınında imaretlerde yiyip içerler ve bir çok derslerini büyük camilerin bir köşesinde müderrislerin rahlesi çevresinde diz çöküp oturarak tâkip ederlerdi. Medreseler bir hayli çoğalınca devletin sahası da genişleyince tam kâmil müderrisler her yere verilememiş ve imkanlar daralmaya başlamıştır.

Medreseler’de Türkçe eserler olmakla birlikte asıl kaynak kitaplar dini anlamak için olduğundan Arapça idi. Daha sonraları medresenin dili konusunda tartışmalar vâki olmuştu. XVI. yüz yıla kadar iyi hizmet veren medreseler bu tarihten sonra bozulmaya başlamıştır. Medreseler’in bozulmasında tefekkürü faaliyete geçirecek olan Matematik, Kelâm ve Felsefe gibi aklî ilimlerin terk dilmesi, bunların yerini tamamen naklî ilimlerin almış olması birinci derece de amîl olmuştur. Bazı Şeyhü’l-İslamlar’ın teklifleri ile hikmet dersi medreselerden kaldırılmıştır[40]. Bundan sonra müsbet ilimler okutulmaz hale gelmiştir.

XVII. Yüz yıl’dan sonra Batı’da gelişen serbest ilimleri benimseyemeyen medreseliler XV. ve XVI. yüz yıllarda bulunduğu seviyeden aşağıya düşmüşlerdir. Ders programlarında müsbet bilimler, tabii bilimler ve felsefenin ihmâl edilmesi sadece İslamî bilimlerle, dil ve edebiyat öğretilmesi, Batı ile olan eğitim ve öğretim farkını bâriz bir şekilde ortaya koyar[41]. Bilim dilinin Arapça olması, Türkçe kitapların az olması ilmi inkişafa mani olduğu gibi bilhassa ticaret için gerekli olan yabancı dil öğretilmiyordu. Medrese müesseseleri ve değerli alimler hep merkezlerde olmuştur. Merkeze uzak yerlerdeki enerjik talebeler iyi yetiştirilememiştir. Bu tip gençlerin enerjileri sönüp gitmiştir. Merkezdeki hocalar arasında son devirlerde bir mevki hırsı zuhur etmişti.
Ayrıca öğrenciler güç şartlara itilmiş, ikâmet yiyecek-giyecek gibi problemlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Bunun dışında medrese öğrencileri bir “talebe-i ulûm” tezkiresi yaptırarak ve bir de “tavsiye-nâme” ele geçirerek “Ramazan cerri”, “Kurban cerri”, “Harman cerri” gibi çeşitli nedenlerle zengin köylere dağılıyorlar, hem halkı aydınlatmaya hem de kışlık harcamalarını çıkarmaya çalışıyorlardı. Artık fetihler yapılamıyor bu nedenlerle medreselere yeterli yatırımlar yapılamıyordu. Câhil tekke insanları ve bazı zayıf yapılı menfaatçi insanlar halkı istismâra başlamışlardı. “Beşik ulemâsı” denen babadan oğula intikâl eden âlim olma kaydı, o insanların iyi yetişmemesine ve onların yozlaşmasına sebep olmuştur. Medreselerin isyanlara iştirak etmeleri de medreselerin bozulmasında önemli bir etkendir.Bir kısım ailelere imtiyaz verilmesi kezâ aynı şeyleri doğurmuştur. Medresedeki talebelerin isyanlarında ideolojik bir sebep yoktu, asıl sebep levent denilen başıboş ve “çiftbozan” insanların medreseleri alet etmelerinde ve medreseli gibi gözükerek halk arasında hoşgörü kazanmak ayrıca medreselileri de aralarına alarak suç işlemek gaye ve isteklerinde aranmalıdır. Öğrencilikle alakası olmayan kimselerin medreseleri barınak haline getirdikleri 1794 tarihli bir belge de kayıtlıdır. Hocalar ve aklı selim talebeler bu durum karşısında onları hiçbir zaman desteklememişleridir. Ama bazı müderrislerin görevlerini yapmadığı söz konusudur.
Osmanlı Medreseleri II. Mahmud devrine kadar ıslâh edilmeye çalışılmıştır. Medreseleri ilk defa III. Sultan Mehmed devrinde ıslâh edilme ihtiyacı duyulmuştur. 15751576 yılları arasında ıslahata yönelik bir ferman ile karşılaşmaktayız. Medreseler’de asıl ıslah bu tarihte başlamıştır. III. Mehmed’den sonra (1750) I. Mahmud’a kadar medreseler de ciddi bir ıslahat yapılmamıştır. Kanuni Sultan Süleyman devrinden sonra, Tanzimat’ın ilânına kadar medreselerin kendi haline bırakıldığı söylenebilir. Medreseler ne zaman ıslah edilmeye çalışılsa medreseliler çoğu kez karşı bir tavra girmişlerdir.

SONUÇ:

Osmanlı Devleti tebâsı şer-i hükümle idare edilirdi. Din önemli bir kıymete haizdi. Ulemâ’ya suç işleyince verilen ceza azil idi. Ulemâ’dan çoğu son zamanlarda, çeşitli sebeplerle azledilmiştir. Ulemâ’nın çeşitli sebeplerden dolayı menfi tavır içine girmesi zaman zaman Devleti zor durum da bırakıyordu. Bazan Ulemâ’dan katledilenlerde olmuştur. XVIII. Yüz yıl’dan sonra ulemâ sınıfı yalnız kendi çıkarlarını koruma endişesi ile yöneticilerinin zulümlerine engel olma fonksiyonlarını da iyice kaybetti. XIX. Yüz yılın ikinci yarısına kadar eğitim ve öğretim alanında ciddi sayılabilecek hiç bir yenilik hareketi yapılmadı. Haliyle medrese mezunları bilgi ve görgü yönünden eksik kaldılar. Bu durumda sahte bilginler, mevkii ve menfaatperest kişiler ortaya çıktılar. Ulemâ artık çağın fikir ve sosyal akımlarına ayak uyduramaz veya onları tenkit edemez oldu. Ulemâ bir çok yeniliklerin farkında olmadan veya bilmeyerek karşı tavır içine girdi.

Ulemâ artık zor duruma düşmüş ve her türlü sorumluluğun sebebi olarak Nizâm-ı Cedid’i gösteriyordu. Çeşitli vesilelerle halka; “Askere setr pantolon giydirip imanına halel getiren padişaha elbette Allah takdirini çok görür. Hâdimü’l-Haremeyn ünvânına liyâkatı olmadığını ortaya çıkarır” denilmekteydi. III. Selim müteaddit defalar çıkardığı Kânunnâmaler ile ulemâ sınıfını düzeltmeye çalışmıştı. II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmakta ve Avrupa usulü yeni bir ordu kurmakta ulemâyı yanında bulmuştu. Fakat ulemâ din ve kültür sahalarındaki inkılâplara karşı, aynı fikir ve düşüncede değildi. Padişahların giriştiği inkılâplara karşı, ulemânın bir şikâyetnâmesi sunulunca, onlara ancak din işlerine karışabileceklerini, devlet işleriyle tamamen kendisinin sorumlu olduğunu Padişah’ın ihtar etmesi, artık ulemânın devlet ve toplum üzerindeki nüfuzunu önemli ölçüde kaybettiğini açıkça gösterir.

KAYNAKÇA:

ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, (Hazırlayan Aykut Kazancıgil – Sevim Tekeli), Remzi Kitabevi, (4. baskı), İstanbul, 1982.
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, (7. baskı), İstanbul, 1999.
ARIK, Feda Şamil, “Osmanlılarda Kadılık Müessesesi”, OTAM, S. 8, Ankara, 1997, (ss. 1-72).
ATAY, Hüseyin, Osmanlılar’da Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yay., İstanbul, 1983.
BALTACI, Cahid, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1976.
BİNBAŞIOĞLU, Cavit, Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi, M. E. B., İstanbul, 1995.
ÇAĞATAY, Neşet, İslam Tarihi, T. T. K. Basımevi, Ankara, 1993.
ÇELEBİ, Ahmet, İslam’da Eğitim Öğretim Tarihi, (Terc. Ali Yardım), Damla Yay., İstanbul, 1983.
Defterdâr Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, (Nesâyıhü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), (Derleyen ve Çeviren Hüseyin Ragıp Uğural), İzmir, 1990.
ERGİN, Osman Nuri, Türk Maarif Tarihi, I-II, İstanbul, 1977.
GÜNGÖR, Erol, Tarihte Türkler, Ötüken Yay., İstanbul, 1997.
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Millî Kültürü, (8. baskı), Boğaziçi Yay., İstanbul, 1993.
KAZICI, Ziya, İslam Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yay., İstanbul, 1991.
KİTAPÇI, Zekeriya, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Konya, 1988.
KOÇER, Hasan Ali, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, M.E.B., İstanbul, 1991.
Koçi Bey, Koçi Bey Rsâlesi, (Sadeleştiren Zuhuri Danışman), M. E. B., İstanbul, 1993.
KURAN, Ercüment, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, (Derleyen Mümtaz’er Türköne), T. D. V. Yay., (2. baskı), Ankara, 1997.
MERÇİL, Erdoğan, Müslüman -Türk Devletleri Tarihi, T.T. K. Basımevi, Ankara, 1993.
ÖZKAN, Salih, Türk Eğitim Tarihi, Tolunay Yay., Niğde, 1997.
ÖZTÜRK, Ali, Ötüken Türk Kitâbeleri, M. E. B., İstanbul, 1996.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, M. E. B., İstanbul, 1993.
TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1996.
TURHAN, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, M. Ü. İlâhiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul, 1987.
UĞUR, Ahmet, Epigrafi ve Paleografi, Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1994.
—————–, Osmanlı Siyâset-nâmeleri, Kültür ve Sanat Yay., ?, 1987.
UNAN, Fahri, “Bir Alimin Hayat Hikâyesi ve Klâsik Osmanlı Eğitim Sistemi Üzerine”, OTAM, S. 8, Ankara, 1997, (ss. 365-391).
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K., Basımevi, Ankara, 1988.
YAKIT, İsmail, “Osmanlı İlmiye Teşkilâtı ve Şeyhülislamlar”, Türk Yurdu, C. 19-20, S. 148-149, Ankara, 2000, (ss.174 -187).
YAZICI, Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, A. Ü. İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1992.
* N. Ü. Eğitim Fak. Öğretim Üyesi.
[1] Bakınız; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul, 1964;Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yay., İstanbul, 1997; Ali Öztürk, Ötüken Türk Kitabeleri, M. E. B., İstanbul, 1996.
[2] Bu araştırmalardan bazıları; Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, C. I-II, İstanbul, 1977; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K. Basımevi, Ankara, 1988; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1976; Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yay., İstanbul, 1983; A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi,(4. baskı), İstanbul, 1982; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, (7. baskı), İstanbul, 1999.
[3] Zekeriya Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Konya, 1988, s. 175176.
[4] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, A. Ü. İlahiyat Fak., Yay.,Ankara, 1992, s. 99106; Erdoğan Merçil, Müslüman -Türk Devletleri Tarihi,T.T. K. Basımevi, Ankara, 1993, s. 30.
* Mescid-i Nebevi’nin bir bölümünde “Ashab-ı Suffa” veya “Ehl-i Soffa” denen insanlar ilim öğrenirlerdi.
[5] Ahmet Çelebi, İslam’da Eğitim Öğretim Tarihi, (Terc. Ali Yardım), Damla Yay.,İstanbul, 1983, s. 34; Neşet Çağatay, İslam Tarihi,T. T. K. Basımevi, Ankara, 1993, s. 214.
[6] Çelebi, a.g.e., s. 4142.
[7] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, (8.baskı), Boğaziçi Yay., İstanbul, 1993, s. 373; Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yay., İstanbul, 1991, s.231.
[8] Kafesoğlu, a.g.e., s. 373; Çelebi, a.g.e., s. 375.
[9] Kafesoğlu, a.g.e., s. 373.
[10] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti, (5. baskı), Boğaziçi Yay., İstanbul, 1996, s. 332.
[11] Ahmet Uğur, Osmanlı Siyâsetnâmeleri, Kültür ve Sanat Yay., (1. baskı), ?, 1987, s. 2223.
[12] İsmail Yakıt, ”Osmanlı İlmiye Teşkilâtı ve Şeyhülislamlar”, Türk Yurdu, S. 148149, Ankara, 2000, s. 174.
[13] Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (17731923), M. E. B.,İstanbul, 1991, s. 9.
[14] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, (7. baskı), İstanbul, 1999, s. 55; Koçer, a.g.e., s. 10.
[15] Mehmet Zeki Pakalın,Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M. E. B., İstanbul, 1993, C. II, s. 436; Kazıcı, a.g.e., s. 248; Akyüz, a.g.e., s. 55.
[16] Kazıcı, a.g.e., s. 241.
[17] Salih Özkan, Türk Eğitim Tarihi, Tolunay Yay., Niğde, 1997, s. 52.
[18] Adıvar, a.g.e., s. 44; Yakıt, a.g.mak., s.174.
[19] Akyüz, a.g.e., s.56; Yakıt, a.g.mak., s.175.
[20] Akyüz, a.g.e., s. 5758.
[21] Pakalın, a.g.e., C.II, s. 439; Yakıt, a.g.mak., s.175.
[22] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K. Basımevi, Ankara, 1988, s. 33.
[23] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 3637.
[24] Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, (Sadeleştiren Zuhuri Danışman), M. E. B., İstanbul, 1993; Defterdâr Sarı Mehmed Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler,(Nesâyıh’ül-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), (Derleyen ve Çeviren Hüseyin Ragıp Uğural), Kültür Bak., Yay., İstiklal Matbaası, İzmir, 1990.
[25] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1; Ahmet Uğur, Epigrafi ve Paleografi, Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1994, s. 195 vd.
[26] Cavit Binbaşıoğlu, Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi, M.E.B., İstanbul, 1995, s. 10.
[27] Fahri Unan,”Bir Alimin Hayat Hikâyesi ve Klâsik Osmanlı Eğitim Sistemi Üzerine”, OTAM, S. 8, Ankara, 1997, s. 368.
[28] Koçi Bey, a.g.e., s. 1923.
[29] Pakalın, a.g.e., C. II, s. 598; Kazıcı, a.g.e., s.265.
[30] Feda Şamil Arık, ”Osmanlılar’da Kadılık Müessesesi”, OTAM, S. 8, Ankara, 1997, s. 13.
[31] Arık, a.g. mak., ss. 172; Osmanlılar’da kadılık hakkında fevkâlâde doyurucu bilgi içermektedir; Ayrıca bakınız, Kazıcı, a.g.e., ss. 109119.
[32] Kazıcı, a.g.e., ss. 157182; Şeyhülislamlık hakkında geniş bilgi vermektedir. Ayrıca bakınız; Yakıt, a.g. mak., ss. 180187.
[33] Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, T.D. V. Yay.,(2. baskı), Ankara, 1997, s. 5254.
[34] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, M. Ü. İlahiyat Fak.,Vakfı Yay., İstanbul, 1987, s. 143144.
[35] Adıvar, a.g.e., s. 206; Kuran, a.g.e., s.5455.
[36] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 255.
[37] Koçer, a.g.e., s. 2728.
[38] Akyüz, a.g.e., s. 127; Koçer, a.g.e., s.3738.
[39] Turhan, a.g.e., s. 162163.
[40] Adıvar, a.g.e., s. 207208.
[41] Binbaşıoğlu, a.g.e., s. 10.

Takip Et Kerim Usta:

Herkesin bir yaşama nedeni var. Benimkiyse, bir "Sevda"...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir