Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’e hitaben yaptığı Manda’ya karşı oluş konuşmasıyla meşhur olan askeri doktor Hikmet Boran’ın oğlu olan Orhan Boran, 1928 yılında İstanbul’da doğdu.
Boran, Edremit Cumhuriyet İlkokulu’nu bitirdikten sonra 1938 yılında yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne girdi. İlk sahne deneyimini Galatasaray Lisesi’nde okurken, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda rejisör olan ve okul temsillerini sahneye koyan Necdet Mahfi Ayral tarafından Moliere’in bir oyununda oynamak üzere seçildiğinde yaşadı.
Galatasaray Lisesi’nden 1946 yılında mezun olan Boran, Türkoloji Fakültesi’ne yazıldı. Aynı yıl, Necdet Mahfi Ayral, kendisini Muhsin Ertuğrul ile tanıştırdı. Boran, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda işe başladı ve Vasfi Rıza Zobu’nun talebi üzerine, birlikte oyunlar sergilediler.
En çok radyoya ilgi duyan Boran, İstanbul Radyoevi’nin açılmasından itibaren okuduğu Türkoloji Fakültesini 3. sınıftan terk edip, Ekrem Reşit Rey’in asistanı olarak girdiği memuriyet hayatında, temsil yayınları rejisörlüğü yaptı.
Boran, 1956 yılında BBC’nin açtığı sınavı birincilikle kazanarak Londra’ya gitti.
Dünya Gazetesi’nin Londra muhabirliğini üstlenen Boran, 17 Şubat 1959’da merhum başbakan Adnan Menderes’in de içinde bulunduğu uçağın, Gatwick Havaalanı civarında inişi sırasında düştüğünü dünyaya ilk duyuran Orhan Boran oldu.
Boran, 2002 yılında yakalandığı kolon kanseri sebebiyle iki defa ameliyat geçirdi. ”Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak geçirmek istemiyorum. Öleceksem insan gibi bu halimle öleyim. Şu dünyayı sefil halde terk etmek istemiyorum. Hayranlarım beni hep bu halimle hatırlayacak, saçları dökülmüş olarak değil!” diyerek kemoterapi tedavisini reddetti.
Boran, Beşiktaş Kültür Merkezi’nin (BKM), 10 Haziran 2005’de ”Orhan Boran Show” adıyla Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda organize ettiği jübilede, 59 yıl emek verdiği meslek hayatına ve 25 yıl uzak kaldığı sahneye veda etmek üzere son kez sahne aldı.
Türkiye’de 1960’lı yıllardan itibaren, ”Ayaküstü Gırgırı” adıyla ilk stand-up geleneğini başlatan Boran, televizyonun henüz olmadığı radyolu günlerde, mükemmel Türkçesi ile kibar esprileri, unutulmaz pürüzsüz sesi, nezaketi ve beyefendiliğiyle tanındı.
TİYATRO SAHNESİNİ SEVMEDİ
Adının henüz ‘sohbet’ olduğu yıllarda stand up’ın Türkiye’deki ustası olan Orhan Boran, 1928’in 30 Haziran’ında askeri doktor Hikmet Boran’ın oğlu olarak İstanbul’da doğar. Babası, Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’e hitaben yaptığı mandaya karşı konuşmasıyla dikkat çekmiş bir askerdir. Boran ilkokulu bitirdikten sonra Galatasaray Lisesi’ne yatılı olarak kaydolur. Yalnız geceler, aileden uzaktan günler demektir bu… Dersten kaçsın diye sporla, müzikle, tiyatroyla haşır neşir olur okulda. İlk sahne tozunu da orada yutar; Necdet Mahfi Ayral’ın yönettiği bir Moliere oyununda. Ayral, liseyi bitirip Türkoloji Fakültesi’ne yazılan, ancak babasını henüz lise bitmeden kaybettiği için paraya ihtiyacı olan Boran’ı Muhsin Ertuğrul ile tanıştırır. Şehir Tiyatroları’nda oynarken Paris’e staja gider. Ne var ki o, sahne tozunu yutup da memnun kalmayan az insandan biridir.
O KADAR ÇEKİNGENDİ Kİ…
Pek inanılası değil ama çekingendir Boran. Belki de sadece sesinin arkasına saklanmayı tercih etmesi bundandır. O kadar çekingendir ki, içkiye sığınır çoğu zaman. “İçkiyle mücadelemiz kitaplara sığmaz” diyen Güler Boran çektiği zorluklara rağmen onu iyi anladığını şu sözlerle anlatacaktır: “Alkoliklerin yüzde 90’ı çok iyi insanlardır. Kendilerine yapılan haksızlıkları dile getiremezler, bu yüzden içerler. İçki en çok içene kötülük yapar.”
Boran, Londra’dan dönüşünde fakülteyi bırakır; Ekrem Reşit Rey’in asistanı olarak İstanbul Radyosu kadrosunda yerini alır. Ne var ki buradan aldığı para da yetmiyordur geçimine; yeni açılan Kervansaray’da sahneye çıkanları sunma işini kabul eder. Radyodan ayda 100 lira alırken, burada gecede 40 lira teklif edilmiştir. Ne yapsın? Ancak radyo, memurun barlarda sahneye çıkmasını hazmedemez, Boran ile yollar ayrılır.
STAND UP DEĞİL AYAKÜSTÜ GIRGIR
Radyo ona ne kadar kızdıysa, Kervansaray da o kadar hayrandır. “Öyle geleni gideni sunmakla yetinme” derler, “Gel, küçük konuşmalar yap”. Bugün bizim “stand up” diye bildiğimiz, Orhan Boran’ın lezzetli Türkçesiyle ‘ayaküstü gırgır’ dediği program başlar böylece… Böyle bir yetenek, böyle tatlı bir orada kalır mı? Birçok firmanın bilgi yarışmasının sunucusu olur hemen. Ama gönlünde yatan hala radyodur. 1956’da BBC’nin açtığı sınavı birincilikle kazanıp kendini Londra’da bulur. Hem Dünya Gazetesi’nin Londra muhabiridir, hem de BBC Türkçe Servisi’nde programlar yapar. Sıkı bir muhabirdir; 17 Şubat 1959’da, Adnan Menderes’in uçağının Londra Gatwick Havaalanı yakınlarında düştüğünü dünyaya ilk o duyurur. Dört yılını geçirdiği Londra’dan yakın arkadaşı Şakir Eczacıbaşı’nın çağrısıyla döner; yeniden firmaların bilgi yarışmalarının sunucusu olur ve “ayak üstü gırgır”larına devam eder. Sermayesi “söz”üdür, dilidir, Türkçesidir. 1974’te yazdığı, “laklakla geçen” ömrünü anlattığı kitabına “Leyleğin Ömrü” adını verir.
BEYAZ MENDİLİ DE ÜNLÜYDÜ
1980’lere gelindiğinde Şan Tiyatrosu’nda sahnelenen ‘Müzikal Kahkaha’ ile şovlarına veda eder. Bu yıldan sonra elinde meşhur beyaz mendiliyle bu kez televizyon ekranlarındadır; ‘Orhan Boranlı Dakikalar’, ‘Kim Haklı’, ‘Garip Ama Gerçek’… Bir yandan da radyoculuktan sonra sevdiği ikinci işe, gazeteciliğe ağırlık verir. Yıllar geçtikçe ülke de, seçimler de, zevkler de değişmektedir. Pürüzsüz diksiyonu, nefis Türkçesiyle Orhan Boran için yer git gide daralır. Onun siyasete göz kırpmayan, belden aşağı inmeyen mizah anlayışı pek de makbul değildir artık.
Yufka yürekliliği, çekingenliği, içine atmaları gün gelir kolon kanseri kılığına bürünüp dışa vururlar.
TEK MALZEMESİ TÜRKÇE’YDİ
2002 yılında iki ağır ameliyat geçirir ve karar verir: “Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak geçirmek istemiyorum. Öleceksem insan gibi bu halimle öleyim. Şu dünyayı sefil halde terk etmek istemiyorum. Hayranlarım beni hep bu halimle hatırlayacak, saçları dökülmüş olarak değil!” Kemoterapiyi reddeder böylece.
Haziran 2005’te yapılan jübilesinde son kez sahneye çıktığında hasta bir adamdan eser yoktur görüntüsünde. “Ben sahneye çıktığımda insan ömrü 60 seneydi” der jübilesinde, “Şeytanla pazarlık ettim, ben bu 60 seneyi çalışarak geçirdim. Tek malzemem Türkçe’ydi. Her işçi gibi ben de bu malzemeyi iyi kullanmaya çalıştım”.
Ne var ki yıllar ve hastalık saçlarını dökmese de daha bitkin, daha yorgun göstermeye başlamıştır onu. Son söyleşilerinde artık sona yaklaştığının izleri görülür.
Ve “leyleğin” 84 yıllık dopdolu ömrü, güneşli bir cumartesi günü, evinde, yatağında son bulur.
Bir yanıt yazın