Bir tarikat adı. Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir. Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de “Melâmî” denir.
Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır. Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır. Birinci dönem Melâmîlik, “Melâmetiye” adıyla tanınır. İlk defa Nişabur’da hicrî III. asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b. Ahmet b. Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır. Melâmîlik, Hamdun Kassar’dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir.
Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî’nin “Vahdet-i vücud” görüşünün derin etkisi vardır. Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah’a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar. Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar. Görünüş ve gösterişe değer vermezler. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar. En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir. Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır. Özel giysileri ve tekkeleri yoktur. Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar.
Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir. Bu sebeple ihtiyacı Allah’tan dilemek ve Peygamber’in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır. Birbirlerinin yardımına koşarlar. Bu konuda Hamdun Kassar; “Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır” der.
Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV. asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V. ve VI. asırlarda gelişen tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Sekizinci yüzyıl, İslam aleminin sosyal ve ekonomik sıkıntılarla karşılaştığı, Asr-ı Saadetin nurlu izlerinin yavaş yavaş silinmeye başladığı bir ortama şahitlik etmiştir. Harici fikirlerin tesirleri, ekonomik şartlar, devlet baskısı ve özellikle Arap milliyetçiliği fikrinin devlet ideolojisi olması sıkıntıları beraberinde getirmiştir. Böyle bir ortamda halk tarikatlara sığınmış ve kısmi de olsa yozlaşma tarikatların çalışmaları sonucunda yavaşlatılmıştır. Tarikatların zikir, evrad, nafile ibadet, fenafişşeyh, nefsi gemleme, sıkıntıya katlanma, toplumdan soyutlanma gibi kuralları vardı. Bu kurallar kendisine tepki bulmakta zorlanmadı ve tarikat kurum ve kurallarına bir reaksiyon olarak Melamilik ortaya çıktı.
Esasen Melamilik kültürü yaklaşık bin yıllık bir süreçtir ve Melamilik içerisinde birbirine hiç benzemeyen tipte insan modelleri vardır. Bazısı ehl-i sünnet çizgisi içerisinde, münzevi olarak yaşayan, Allah ve Resul sevgisini kendisine rehber edinen kimseler iken, bazısı da hakikatten yolunu şaşırmış, şeriatla hiç bağdaşmayan fiilleri işleyen, ehl-i sünnet çizgisinden sapan kimselerdir. Bu nedenle Melamilik kültürü içerisinde iki tip kul modeli vardır.
Melamilikte halka dönük yaşam tarzı vardır. Yani tarikatlarda olduğu gibi halktan soyutlanma yoktur. Halkla iç içedirler. Halktan kopamazlar. Kendilerini herkesten aşağı görmek ilkesini benimsemişlerdir. Melamilik tarih içerisinde üç grup altında incelenmektedir. Bu ayrımın nedeni genelde Melami pirlerinin anlayış farklılığıdır.
1. Dönem Melamileri (Melametilik)
2. Dönem Melamileri (Melamiye-i Bayramiye)
3. Dönem Melamileri (Melamiye-i Nuriye)
1. Dönem Melamileri: Ünlü sufi Haldun Kassar’a bağlanan bu dönem Melamiliğine Melamiye-i Kassariye ya da Hz. Ebubkir’e dayandığı düşüncesinden dolayı tarikat-ı aliye-i Sıddıkiye denildi.
Bu dönem Melamiliği geleneksel tarikat çizgisine yakındır. Ehl-i sünnet çizgisi içerisindedir. Nefsi gemleme, nafile ibadet, zikir, evrad vs. gibi tarikatlarda görülen kurallar bu dönem Melamilerinde de mevcuttu.
2. Dönem Melamileri: Bu dönem Melamileri ünlü mutasavvıf Ahcı Bayram-ı Veli’nin kurucusu olduğu Bayramiye tarikatının bir kolu olduklarından Melamiye-i Bayramiye diye adlandırılırlar. Kurucusu Ömer Dede Sikkini’dir.
Bu dönem Melamileri Vahdet-i vücud felsefesini benimsemişlerdir. Aşırı Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı Şiiliğe meyletmişlerdir. Durum böyle olunca Şiilerle arası iyi olmayan Osmanlı Devleti Oğlan Şeyh Hüseyin Maşuki, Şeyh Bali Hamza Dede, Beşir Ağa gibi ileri gelem Melami pirlerini idam etmiştir.
3. Dönem Melamileri: Bu dönem Melamileri kurucuları Muhammed Nurul Arabi’nin adından dolayı Melamiye-i Nuriye diye bilinirler. Bu dönem Melamileri Nakşiliğe yakındırlar. Yani 2. önem Melamilerinin aksiyoner havası bunlarda yoktur. Melamilik bu dönemde asli görünümünden uzaklaşmış, kurumsallaşma ve biçimsellik gelişmiş, yani tekke, dergah, zikir, evrad gibi kurallarla bağlanmaya başlamışlardır. Bu dönem Melamilerinin büyük bir kısmı Masonluğa kaymışlardır.
Özellikle 2. ve 3. dönem Melamilerinde şeriata aykırı söz söyleme ve şeriata aykırı yaşam tarzı mevcuttu.
Bu dönem Melamileri riya, şöhret, hubb-u cah gibi tehlikelerden kurtulmak uğruna halka kendilerini kötü gösterme, şeriata aykırı davranma gibi bir metod takip etmişler ve halk onlardan kaçınca gerçek ihlası ve Allah sevgisini kazanacaklarına inanmışlardır. Hatta bazıları dalalet ve tabiat bataklığına saplanarak dinden çıkmışlardır.
Tasavvufun bir çok teorik yanını benimseyen Melamiler, tarikatların ibadet ve kurallarını kabul etmiyorlardı. Hatta tarikatları halkı uyuttuğu iddiasıyla suçlayanlar da olmuştur. Mutasavvıfların zahitliğini riya diye de göstermişlerdir.
Anadolu kökenli tarikatların büyük çoğunluğu gibi Melamilik de Şii akidesinden etkilenmiştir. Daha doğru bir ifade ile Ehl-i Beyt sevgisi tüm Anadolu’yu etkilemiştir. Melamilik de bundan nasibini almış ve Melami atmosferde yetişen bazı kişiler Kalenderilik, Haydarilik, Abdallık ve on ikinci yüzyılda hemen hemen bütün bu mezhepleri temsil eden Bektaşilik gibi tarikatların ortaya çıkmasına doğrudan yada dolaylı olarak etki etmişlerdir.
Nefsinde yalnızca kusur ve naks, acz ve fakr olan insanın, bütün mehasin ve kemalatının Fatır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahre, gurura hakkı olmadığını anlaması zaten insanı riyadan, şöhretperestlikten, gururdan ve fahrden kurtarır. Yoksa şeriata aykırı davranarak fahr ve gururdan kurtulmak mümkün değildir. Mümkün olsa bile ehl-i sünnet çizgisine aykırıdır. Zira Hz. Peygamber -ki, İslamın peygamberidir ve sıkıntı çekmede de zirvededir- hiçbir zaman insanların teveccühünden kaçınmak uğruna şeriata muhalif fiilleri işlememiş, tam aksine ibadette, takvada, ihlasda, duada, şefkatte, cesarette erişilmez olmuştur.
Allah sevgisinin ölçüsü Resul’e ittiba iledir. Resul’e ittiba ise Sünnet-i Seniyye çizgisinde yaşamakla mümkün olur. Müminin yapması gereken de kainatın yaratılış sebebi olan Zatın sünnetine uymaktır. Zira onu sevmek sünnetine ittiba iledir. Gerisi ya cehalet, ya dalalet, ya da sefahattir…
Tasavvuf ve Melamîlik
Tasavvufu, İslâm’ın “Bâtınî (iç)” kısmı ve derinliği olarak kabul ederler. Dinin “Zahirî (dış)” emir ve yasaklarını “eksiksiz” ve “fazlasız” (ifrat/ tefrit) dosdoğru yerine getirmekle birlikte “Kâmil” insan olmak için her zaman ve her yerde Allah’ı zikretmek ve özellikle Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili itikadi konularda derin bilgi sahibi olmak gerektiğine inanırlar. Bu bilginin Kur’an-ı Kerîm’de Ledün olarak anıldığına işaret ederler ve “Muteşabih (benzetmeli)” ayetlerin tevilinin, kitabın aslı olan “Muhkem” sınırları içinde yapılması gerektiğini savunurlar. Onlara göre tasavvuf, bu açıdan İslam tarihinin sonraki yüzyıllarında ortaya çıkmış bir felsefi ekol değil, İslam’ın özünde keşfedilmeyi bekleyen “Gizli bir Hazine”dir. Melâmîlik, tarikat ve cemaatlerden farklı olarak belli bir kişinin kurduğu ve o kişinin adıyla anılan bir grup değil, yaratılış amacının zirvesi olan gerçek kulluğun ne olduğunu anlama ve böylece kâmil (olgun) insan olma niteliğidir.
Tasavvuf derslerini aldıkları öğretmenlerine Mürşid derler. Mürşid’lerinden keramet veya doğaüstü güçlere sahip olmasını beklemezler. Onlara göre Mürşid sadece kapıyı gösterir, geri kalan sorumluluk öğrenciye (mürid) aittir. Allah’ın her kişiye yakın olduğunu ve kişiyle Allah arasına Mürşid de dahil kimsenin giremeyeceğini savunmuşlardır. Mürşid ne kadar bilgin ve erdemli olursa olsun, o da diğer insanlar gibi kuldur ve kula ait niteliklerle anılması gerekir. Mürşid’lerinden ders ve sohbet şeklinde tahsil ettikleri ilim ve tavsiyelerinin ötesinde bir beklentiye sahip olmadan; Hidayet, Şefaat, Himmet, Tevbe gibi isteklerin yalnız Allah’a arz edilmesi gerektiğini savunurlar. Bu ilmin öğretmenleri de öğrencilerinden asla maddi bir karşılık talep etmemişlerdir. İlm-i Tevhid (Tevhid ilmi) olarak anılan bu derslerin neticesinde “Fenafillah” (Allah’da yok olmak) ve “Bekâbillah” (Allah’la var olmak) mertebelerine ermeyi amaçlarlar.
Melamîlere göre, ilm-î tehvid veya ilm-î ledün, ilk insandan (Adem) son Allah dostuna (Hatem’ul Evliya) kadar taşınacak en yüce emanettir. Bu yüzden bu ilmi talep edenlere karşı çok seçici davranırlar. Sayılarının artmasını değil, emaneti taşıyabilecek nitelikli insana ulaşmayı hedeflerler.
Gizlilikleri
Her kesim insanın aralarında yer aldığı melâmîler, halkın arasında kendilerini gizlemeyi tercih ederler. Öyle ki, onlara çok yakın olanlar bile belki onların melâmî olduklarını bilmezler. Bu kimliklerini sadece kendilerine mânen yakın gördükleri insanlara uygun gördükleri zamanda açarlar. Unutulmaması gerekir ki modern dönemden önce sûfiler toplumda saygın bir yere sahip kişiler kabul edilir ve sûfi görünüm ve tavırlı kişilere halk ve yönetimin ileri gelenleri hürmet gösterirlerdi. İşte bu koşullar altında Melamîler kendileriyle Allah arasındaki ihlâsı (samimîyet) kaybetmemek, ve şöhret gibi tasavvuf yolundaki sâlikîn (Tasavvuf literatüründe mânevî yolda olan) önüne çıkabilecek bir engeli bertaraf etmek için kılık, kıyafet ve hatta belirli bir toplantı mekanı (dergah, tekke) ve topluluğu gibi dönemin tarikâtlarının alâmetlerini göstermemeye çalışmışlar, halk içerisinde kendilerini gizlemiş, hallerini sadece kendileri gibi olanlarla paylaşmışlardır.
Zikir ve Toplantıları
Melâmîler, zikir ve sohbet toplantıları için özel bir yer ve zaman aramazlar. Onlar için Allah, “mevcudiyeti” ile her yeri kuşatmış olduğu için her yerde ve her zamanda Allah’ı zikrederler ve birbirleriyle her fırsatta Allah sohbeti ederler. Zikir de namaz kılmak, oruç tutmak vb. emirler gibi Allah’ın bir emridir. Bu açıdan Melâmîler, diğer tüm güzel isimleri (Esma’ul Husna) kendinde topladığı için Allah’ı “Allah” ismiyle zikrederler. Zikir, bir anlamda alınan her nefes için Allah’a teşekkür etmekdir. (Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim. Şükredin, nankörlerden olmayın… Bakara/152) Bu açıdan nefes alınan her anda sürekli Allah’ı zikretmeyi (anmayı/hatırlamayı) hedeflerler. Diğer yandan, sınırlandırılmış belli sayılarla (5 bin, 10 bin vb.), Allah’ın sadece bir niteliğini ifade eden güzel isimlerini anmayı zikir değil “tesbih/ isimlerini yüceltme” olarak değerlendirirler. Çünkü Zikir her an ve bütünü ifade eden “Allah” ismiyle yapılmaktadır. Zikirde amaç, sadece kalbi mânevî kir ve hastalıklardan arındırmak değil; bununla birlikte Allah’ın tecellilerine (ortaya çıkış/görünme) karşı gafletten (dalgınlık/uyku/farkedemezlik) uyanmaktır. Zikir sayesinde elde edilen uyanış onlar için bir alt amaçtır; en büyük başarı ise yokluğun idraki ve mutlak varlığın yani Allah’ın varlığının keşfidir.
Abdülbaki Gölpınarlı’nın büyük eseri “Melâmîlik ve Melamiler” kitabında bu anlayış “toplumdaki yansımaları” açısından 3 devir halinde incelenmesine karşın, melamiler zaman içinde farklı isimlerde ortaya çıkan melâmîleri bir zincirin halkaları ya da sönen bir mumun ardından sönenin ateşiyle yakılan yeni mum olarak kabul etmiş ve bu itibarla ilk mum ve son mumdaki ateşin ya da savunulan değerlerin aynı olduğuna inanmışlardır.
Tarikât ve Melâmîlik
Melâmîlik çok detaya inmeden aşağıdaki başlıklar altında tarikâtlerden farklıdır:
- Melâmîlik, belli bir isimden bağımsız olarak bir Kur’an merkezli İslâmi tasavvuf anlayışını ifade eder. Tarikatler ise Nakşibendi, Kadiri, Rufai vb. gibi belli bir şahsın önderliğindeki ekolü ifade eder;
- Melâmîlikte tüm mânevî bağlar (zikir ve müşahede) doğrudan Allah ile kurulur; Birçok tarikatte ise bu manevi bağlar dolaylı yoldan Rabıta denilen ve sırasıyla Şeyh, Pir, Müceddid, Peygamber gibi aktarmalardan geçerek kurulmaya çalışılır;
- Melâmîler için Şeyh, sadece manevi rehber veya öğretmen demektir. Şeyhin görevi, doğru kişiye doğru bilgiyi vermek, öğrencinin görevi ise bu bilgi ışığında Allah’a daha yakın olmaya gayret etmektir;
- Zikir, Melâmîlerde her zaman ve her yerde yapılması gereken açık bir Kur’an-ı Kerîm emridir. Tarikatlerde ise belli zamanlarda, belli mekanlarda, hatta belli kıyafetler içinde yapılmaktadır. Melâmîler Allah’ı Allah ismiyle ve her zaman zikrederken tarikatler Esma’ul husna’dan seçtiklerini belli bir sayıda tekrar ederek söylerler;
- Melâmîler sadece Allah’ı anmak ve onun varlığını daha yakından tanımak amacıyla toplanır ve sohbet ederler;
- Melâmîler dini duyguların her türlü istismarına karşıdır. Üyelerinden finansal destek ve para yardımı talebinde bulunan cemaatlere karşı hiçbir peygamberin görevini yaparken ümmetinden ücret talep etmediğini hatırlatıp; bunlara, “Sizden herhangi bir ücret istemeyenlere uyun. Onlardır doğruyu ve güzeli bulanlar.” (Yasin: 21) ayetini okurlar ve onları kınarlar.
KURANDAKİ MELAMİLİK
Allaha hamd, resulu Muhammed (s.a.v) ve evladlarına selam olsun, rabbım bizleri onlardan ayrı komasın. Melamilik; lügatçe, kelime anlamı olarak, kınayanın kınamasından korkmamak demektir. Ki bu kınama, âlem-i halkın kınamasıdır. Çünkü Melamiler halkın kınamasından korkmadıkları gibi, cenabı Hak tarafından kınanmaktan ise son derece korkarlar.
Bazıları Melamiliği 1- Hamdun kasar. 2- Bıçakçı Ömer dede. 3- Pir seyyid Muhammed nur dönemi olarak üçe ayırırlar ki, bu şekilde Melamiliği üç döneme ayırmak çok yanlış ve tutarsızlık olup, Melamiliğin ruhuna aykırılıktır. Çünkü Melamiliğe cümle peygamberler ve cümle insanı kâmil velilerin tamamı mazhar olduğundan Melamilik, Hz. âdem’le başlayıp ümmeti Muhammed’le kıyamete kadar yeryüzünde tüm zamanlarda peygamberler ve insanı kâmil velilerle açığa çıkarak var olur. Bu itibarla, Melamiliğin yeryüzündeki zuhuru üç dönem değil, her zaman ve her dönemdir.
Yüce Allah kuranı kerimde; “Ey iman edenler, Sizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir kavim / topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü / mütevazi kâfirlere karşı başları diktir / izzetlidirler. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, hiçbir kınayıcının levminden / kınamasından da korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsandır. Onu dilediğine verir.” (Maide, 54) Buyurur. Cümle ehl-i kemal, leddun-i yönden bu ayetteki “kınayanın kınamasına aldırmamak” beyanının Melamilik olduğunu, bu ayetin Melamilerin vasıflarını beyan ettiğini ifade etmişlerdir. Buna göre Melamileri tarif eden maide suresinin 54 üncü ayetinin leddun-i yönden değerlendirilmesi şöyledir;
Ayetteki “Ey iman edenler,” ifadesi ile kâmil imana mensup olan hakiki/gerçek müminlere hitap ediliyor. Çünkü kuran da müminler ve hakiki/gerçek müminler olmak üzere iki kısım müminden bahsedilir. Müminler; eserlerini delil ederek Allah’a iman edip, Allahın zat’ını cümle varlığın ve eşyanın haricinde mevhum kabul eden ve İslam dininin sadece şeriatına tabi olan müminlerdir.
Hakiki müminler ise; Meslek-i resul seyri süluku görmüş, kalplerinde daim zikir uyanıklığı ve tevhid makamları olan meratibi ilâh-i müşahadesiyle, kuran kaynaklı şeriat, tarikat, hakikat ve marifet ilimlerine mazhar olmuş, kendilerinde, cümle âlemde ve eşyada mevcut olan zat-ı ilâhiye kavuşmuş olan insan-ı kâmil müminlerdir. Ve bu ehl-i hakikat olan kâmil müminleri ifadeyle Kur’anda; “Gerçek / hakiki müminler ancak o kişilerdir ki; Allah’ı zikrettiklerinde kalbleri titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda, bu onların imanlarını arttırır ve onlar yalnız Rablerine güvenip/tevekkül ederler.” (Enfâl- 2) “İşte gerçek/hakiki mümin olan onlardır…” (Enfâl- 4) buyrulur.
Bu itibarla, maide- 54 ayetinde hakiki / gerçek müminlere hitaben, “Ey” hakiki“imana” mensup olan kâmil müminler,“sizden kim” nefsin hevâ ve isteklerine uyarak, hakiki müminlik vasıflarını yani sizi insan-ı kâmil makamına ulaştıran meslek-i resul telkin ve âli prensiplerini inkâr ederek, ya da eksilterek, veya ziyadeleştirerek değiştirir de “dinin hakikat-ı marifetin’den dönerse.
Allah onun yerine” meslek-i resul telkin ve âli prensiplerine sadık, zikri daimle gafletten uyanmış, tevhid makamları olan meratibi ilâhi irfaniyetiyle ilm-i şeriata, ilm-i tarikata, ilm-i hakikat ve ilm-i marifete mazhar olan ve her nevi tecellide rabbini müşahade eden “öyle bir kavim/topluluk getirir.” Ki bunlar; Kendilerinin ve cümle âlemin nisbet varlığını fenafillâh keşf-i irfaniyeti ile yok / fena ettiklerinden “Allah onları sever.” Yokluğa erişmiş kulluklarında tecelli eden rabbin hüsnü cemalini / güzel yüzünü, bekabillâh marifetiyle müşahade etmekle. Ve dahil oldukları irfan cennetlerinde, zevk-i ilâhi mazharıyetiyle “onlar da Allah’ı severler.”
Ve“onlar,” yani nisbet varlığı fenafillâh olduğu için Allah tarafından sevilen, yokluğunda tecelli eden rabbini, bekabillâh marifetiyle sevmekle Allah ile sevişenler… Onlar öyle kimselerdir ki; Kuranı rehber edinerek şeriata tabi olan cümle müminlere. Ve vasıfları evvelce belirtilen hakiki, kâmil “müminlere karşı boyunları büküktür, mütevazı ve merhametlidirler.” Onlar, meslek-i resul seyri süluku ile mazhar oldukları marifetle, hidayet yolu olan islam dininin şeriatını, yani İslam dininin zahiri değerlerini kuran haricine çekerek örtmekle küfredenlere. Ve islamın batını olan leddun-i hakikatını, meslek-i resul telkin ve âli prensiplerini inkâr ederek, ya da eksilterek veya ziyadeleştirerek örtüp küfreden “Kâfirlere karşı başları dik / izzetlidir” ler.
Çünkü kâfir; örtücü, örten anlamlarında olup, hidayet-i Muhammed kulluğuna ait tüm değerleri olduğu gibi, kuran kaynaklı şeriat, tarikat, hakikat ve marifet ilimlerini inkâr eden. Meslek-i resul telkin ve âli prensiplerini ilaveler veya eksiltmeler yaparak örten kâfirlere karşı Melamiler, asla taviz vermezler, eğilmezler. Vakarla izzetle bu değer ve prensipleri muhafaza ederler.
Ve “Onlar Allah yolunda mücadele ederler.” Ki, Resulullah (s.a.v) efendimizin “nefisle mücadele yapmak büyük cihat tır” Beyanı gereği onlar, nefisle yapılan büyük mücadelenin / savaşın mücahitleridirler. Çünkü pir seyyid Muhammed nur Hz. Lerinin; “zikri daim, cihadı ekberdir/büyük savaştır.” İfadesi doğrultusunda Melamiler; Meslek-i resul telkini olan kalp’lerindeki zikri daim uyanıklığıyla, nefsin hevâ ve isteklerinin zuhura getirdiği gaflet, masiva / gayrıyet muhabbetlerini gönüllerinden def edip mağlup etmekle, her anda, her zamanda “büyük cihad / savaş mücadelesi” yaparlar.
Onlar; dil uzatanın levminden / kınamasından korkmazlar. Yani buraya kadar bazı vasıflarından bahsettiğimiz kimseler, âlemi halkın kendilerini kınamalarından korkmayıp bu kınamalara aldırış etmediklerinden, bunlar Melamilerdir.
Ve Melamiler; Ehl-i nefs olan halk tarafından çoğunlukla iki yönden kınanırlar. Bu kınamanın birisi umumi/genel olarak ukalâ, çokbilmiş, meczup vb. söylemlerle yapılan kınanmadır. Diğer kınama ise;”Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. De ki bu hizmetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben ancak dileyen kişinin Rabb’ine doğru bir yol tutmasını istiyorum“ (Furkan- 56- 57)
Ve birçok peygamberlerin dilinden; “…ben bu iş için sizden bir ücret/ödül istemiyorum. Benim ücretim/ödülüm yalnız âlemlerin rabbindendir” Şuara (109 -127 -145 -164 -180) Bu ve benzer kuran beyan ve buyruğu doğrultusunda Melamiler; Yaptıkları telkin tebliğ ve irşad gayretleri karşılığında para, pul gibi maddi karşılık ve beşeri menfaat sağlamadıkları için, enayi, iş bilmez vb. şekilde kınanırlar. Bu kınama, daha ziyade Melamilerin ehli nefs olan aile fertleri, akrabaları ve yakınları tarafından yapılır. Ki, mesleki resul irşadı ile aydınlanan Melamiler, ruh-u Muhammed (s.a.v) mazharı olduklarından onlarda kuran harici bir itikat, amel, ahlak ve davranış olmaz. Eğer ben Melamiyim diyen bir kişinin, kuran harici bir itikatı, ameli, ahlakı ve davranışı olursa, o söylem veya davranış Melamiliğin değil o kimsenin kendine aittir.
Bu itibarla, ruh-u Muhammed mazharı olanMelamiler, halkın kendilerini bu ve benzeri her türlü kınamalarından korkmayıp bunlara aldırış etmedikleri gibi, Melamiler Hakk’a ters düşmekten, Hakk’ın onları kınamasından ise son derece korkup çekinirler. Ve Melamiler Allahın kuranda belirttiği emir ve yasaklara riayet etmemekten, Hak’tan gaflet etmekten, Rabbini müşahade edememekten ve Muhammed (s.a.v) kulluğundan ayrı kalmaktan korktuklarından, Melamiler yüce Allahın kuran’da ifade ettiği emir ve yasaklara muhakkak, ne eksik ne fazla kesinlikle riayet ettikleri gibi, mazhar oldukları zikri daimle gafletten uyanık, tevhidi hakiki irfaniyetiyle rabbini müşahade ederek, Muhammedi kulluğu zuhura getirip açığa çıkaranlardır .
İşte “Bu,” yani ancak bazı vasıflarını bayan edebildiğimiz Melamilik, meslek-i resul seyri süluku ile erişilen fena, yokluk ile rabbine yönelenlere ve “Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsandır…” Yani, Melamilik Allah’ın hidayet zuhuruyla kullarına yönelip, karşılıksız ihsan ve lütuf ederek yaptığı leddun-i bağıştır. Ki bu bağışı ifadeyle kuranda, “Ey Rabbimiz! Bize hidayet ettikten sonra kalplerimizi döndürme, bize leddûnundan bir rahmet ver. Muhakkak ki Sen, yalnız sen Vahhâb’sın, bol bol bağışta bulunansın.”(Ali İmran -8) Buyrulur. Ve Hz. Ali kv. nin, bu ayeti sık sık okuduğu rivayet edilir.
Kendilerini Melami olarak adlandıran bizler ise, Pir seyyid Muhammed nur Hz.lerinin “fenafillâh olmak, kötü huyları terk ederek güzel huylara sahip olmak ve Hz. Resulullah Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmak” olarak tarif ettiği Melamiliğin, ancak adayları ve Melamet yolunun yolcularıyız. Melamilerden bahseden Maide suresinin 54 üncü ayetinin leddun-i yönden yorumlanması, hatalarıyla beraber tamamlanmıştır. Her şeyi en iyi Allah bilir.
Bir yanıt yazın