Prof. Dr. Remzi KILIÇ
OSMANLI DEVLETİ’NİN İRAN POLİTİKASI (16. ve 17. YÜZYIL)
16. ve 17. yüzyıllar Osmanlı Devleti’nin Dünya siyasetinde oldukça etkin olduğu bir dönemdir. 16. yüzyıl başlarında Yavuz Sultan Selim’in başarılı fetihleri, Osmanlıların hâkimiyet ve nüfuz sahasını doğuya ve güneye doğru genişletmiştir. Özellikle, İran ve Mısır seferleri sonucu birçok ülkenin yönetim ve idaresi Osmanlılara geçmiştir. Yavuz Sultan Selim devri (1512-1520) gibi, Kanuni Sultan Süleyman devri (1520-1566) de Osmanlı Devleti için ihtişamlı bir dönem olmuştur. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu 16. yüzyılın hemen başlarında İran’da Safevî Devleti’nin (1501) kuruluşunu görmekteyiz.
İran’da Şah İsmail (1501-1524) ile ortaya çıkan Safevîler, kısa zamanda Osmanlıların hâkimiyet ve nüfuz sahası olan Doğu Anadolu, Azerbaycan, Gürcistan, Şirvân, Bağdat ve Musul bölgelerinde hâkimiyet tesis etmeye yönelmiştir. Şah İsmail kendisini Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın siyâsî varisi sayıyordu. Şah İsmail üzerine Sultan Selim 1514’de İran Seferi’ne çıkarak, O’nu Çaldıran’da ağır bir yenilgiye uğratmıştır.
Kanuni de, Safevî Şah Tahmasb (1524-1576) ile aynı bölgeler için hâkimiyet ve nüfuz mücadelesi yapmıştır. Kanuni, İran üzerine üç büyük “Sefer-i Hümâyûn” düzenlemiş, fakat hiç birinde Şah Tahmasb ile karşılıklı meydan savaşı yapma imkânı bulamamıştır. Aradan geçen yarım yüzyıllık zaman Safevîlerin gelişmesi, yayılması ve güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmalarına zemin hazırlamıştır. Nihayet Kanuni, Şah Tahmasb ile 1555 yılında Amasya’da “İlk Osmanlı-Safevî Siyâsî Antlaşması”nı imzalamıştır.
Osmanlı-Safevî mücadelesi 16. ve 17. yüzyıllar, Türk tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. 14. ve 15. yüzyıllar boyunca Balkanları ve Doğu Avrupa’yı fethetmiş olan Osmanlı Devleti, bu dönemde Azerbaycan’da ortaya çıkan birçok bakımdan “Türk Devlet Geleneği” üzere kurulmuş olan Safevî Devleti ile uzun süren savaş yılları yaşamak zorunda kalmışlardır.
Osmanlı-İran barış antlaşmaları; uzun süren savaşlar sonucu zorunlu olarak varılan dostluk ve karşılıklı iyi niyet mektupları, siyâsî antlaşma belgeleri ile ortaya konulmuştur. Orta Avrupa’da, Akdeniz’de, Mısır’da ve Anadolu’da hâkim olan Osmanlı Devleti ile İran’da hüküm sürmüş olan Safevî Devleti 16. ve 17. yüzyıllarda kıyasıya bir mücadele içinde olmuşlardır. Ancak gelişmeler ve belgeler, Osmanlıların Safevîlere karşı çoğu zaman güçlü ve üstün olduklarını ortaya koymaktadır. Köklü bir “devlet geleneği” olan Osmanlılar, 16. yüzyıl başlarında iki yüz yıllık büyük bir hanedanlık iken, henüz Safevîler tarih sahnesine yeni bir siyâsî teşekkül olarak çıkmaya çalışıyorlardı.
Burada, Osmanlı-Safevî münasebetlerinin başlangıcı ve Amasya Barış Antlaşması, diğer Osmanlı-Safevî dostluk ve barış antlaşmaları, öncesi ve sonrası gelişmeler, sebep sonuç ilişkileri kısaca belirtilmiştir. Osmanlı-Safevî devletleri arasında cereyan eden yaklaşık iki yüz yıllık dönem; siyâsî, askerî münasebetler ve arada imzalanan barış antlaşmaları, Osmanlı arşiv belgeleri ve diğer Türkçe kaynaklardan ve tetkiklerden hazırlanmıştır. Araştırmamızda; Osmanlı-İran siyâsî ve askerî münasebetleri, 1555 Amasya Barış Antlaşması, 1590 İstanbul Barış Antlaşması, 1612 Nasuh Paşa Barışı, 1618 Serav Barış Antlaşması ve 1639 Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması konuları değerlendirilmiştir.
Şah İsmail’den Şah Tahmasb’a Kadar Osmanlı-İran Arasındaki Gelişmeler:
Osmanlı Devleti, İran’da Şah İsmail (1501-1524) ile ortaya çıkan Safevî Devleti’nin siyâsî varlığını ve hâkimiyetini tanımak istememiştir. Bunun Osmanlılar açısından bir takım sebepleri vardı. Öncelikle Safevîler, Erdebil’de bulunan bir tarikat ocağıydı. Bunların siyâsî hâkimiyet ve devlet kurma çabaları, Doğu Anadolu’da ve Orta Anadolu’da Şiîliği yayma girişimleri, Osmanlı padişahlarının dikkatini İran üzerine çekmiştir.
Safevîyye tarikatı, Şeyh Safiyüddin İshak’dan (1252-1334) adını alıyordu. Başlangıçta dinî bir tarikat iken 16. yüzyılın başında resmen bir siyasî teşekkül olarak ortaya çıkmıştır. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlenmişti. Şeyh Cüneyd bu durumdan yararlanarak Akkoyunlu ülkesinde Uzun Hasan’ın himayesinde Şiîlik görüşünü propaganda yaparak hayli taraftar toplamıştı.
Şeyh Cüneyd (1447-1460) zamanında Safevîyye tarikatı tamamen siyâsî gayeler taşıyan bir teşekkül haline gelmişti. Şeyhliğe, şahlığı da ilave ederek siyâsî faaliyetlerini sürdüren Cüneyd, zamanla amcası Cafer ile arası açılınca Erdebil’i terk etmek zorunda kalmıştır. Başlangıçta Sünnî iken, daha sonra Şiîliği de benimseyen Cüneyd, Karakoyunlular’dan Cihan Şah tarafından sınır dışı edilmiş ve Osmanlı ülkesine gelmiştir. Anadolu’da oturmak için Sultan II. Murat’tan izin alamayan ve burada tutunamayacağını anlayan Şeyh Cüneyd, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın yanına gitmiştir. Şeyh Cüneyd, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın yanında, her geçen gün durumunu kuvvetlendiriyordu. Şeyh Cüneyd’in amacı, Anadolu üzerinde güçlü bir siyâsî hâkimiyet kurmuş olan Osmanlı Devleti topraklarının bir kısmını yönetimi altına almaktı.
Bu arada on iki bin silahlı müridi olan Şeyh Cüneyd, çok geçmeden Gürcü ve Çerkez memleketlerine akınlar yaparak, siyâsî maksadını ortaya koymuştur. Şeyh Cüneyd müstakil bir devlet kurmak istiyordu. Şirvân hükümdarı Halilullah, Şeyh Cüneyd’in ülkesinden geçmesine rıza göstermemiş, bunun sonucu olarak yapılan savaşta Şeyh Cüneyd öldürülmüştür (4 Mart 1460). Bu hadiseden sonra Safevî müritleri, Uzun Hasan’ın kız kardeşinden doğan Şeyh Cüneyd’in oğlu Haydar etrafında toplanıp onu şeyh ilan etmişlerdir. Şeyh Haydar (1460-1488), Uzun Hasan’ın kızı Alemşah olarak da bilinen Halime Begüm ile evlenmişti. On iki dilimli “Kızıl Tac” giymeye, kızıl sarık sarmaya başlamış, müritlerine dahi giydirmiştir. Buna “Haydarî Tac” denilmiş ve bundan böyle İran’daki Safevî şahlarına tâbi olanlara Sünnîler tarafından “Kızılbaş” denilmiştir.
Şeyh Haydar zamanında yapılan propagandalar sonucu Anadolu’da, Safevîyye tarikatının mensupları çoğalmış, bunlar hediyeler ile Erdebil’deki şeyhlerini ziyarete başlamışlardı. Bu tarikatın başı Azerbaycan ülkesindeki Erdebil’de, gövdesi ise Anadolu coğrafyasında bulunuyordu. Çok geçmeden Safevî Şeyhi Haydar, siyâsî emelleri için Şirvân hükümdarı Ferruh Yesar üzerine intikam almak düşüncesiyle yürümüş, başarılı olamayarak savaşta öldürülmüştür (9 Temmuz 1488). Oğulları Ali ve İsmail, Akkoyunlu hânedânından dayıları Sultan Yakup tarafından korunmuştur. Daha sonraları Ali ölmüş ve İsmail bir kısım müritleri ile toparlanma sürecine girmiştir.
Şeyh Haydar’ın oğlu İsmail, Uzun Hasan’ın kızı Halime Begüm’den (Alemşah) 1487 yılında doğmuştu. İzini kaybettirmek isteyen müritleri tarafından İsmail, 1493’de Gilân’a kaçırılmıştır. Altı yıldan fazla burada kalan İsmail, çoğu zaman Lahicân şehrinde saklanmıştı. Akkoyunlular arasında taht mücadelesi sürüp giderken, Osmanlılar tarafından yetiştirilmiş olan, Uzun Hasan oğlu Uğurlu Mehmed oğlu Göde Ahmed, Azerbaycan’a gelerek, Akkoyunlu Sultan Rüstem’i mağlup edip 1497’de Akkoyunlu tahtına oturmuştu. Azerbaycan’da Akkoyunlu hânedânları arasında müthiş bir saltanat mücadelesi devam ederken, İsmail Gilân’dan ayrılıp, müritlerinin yanına Anadolu’ya yönelmiştir.
İsmail, Erdebil’den Erzincan’a kadar müritlerinin büyük bir coşkusu ile gelmişti. Her taraftan gelen Türkmenler; Şamlu, Ustacalu, Rumlu, Tekelü, Dulkadırlu, Karamanlu ve Varsaklara mensup idiler. 16.yüzyılda Tebriz’de Safevî Devleti’ni kuran ve devam ettiren Anadolu Türkmenleri bunlardır. Bu Türk zümrelerinin büyük çoğunluğu Orta Anadolu ve Güney Anadolu bölgelerinden idiler.
Kızılbaş Türkmenler diyebileceğimiz bu Safevî müritleri, Erzincan’da aynı zamanda şeyhleri de olan İsmail’e, Şah İsmail diyerek 1501 yılında harekete geçmişlerdir.
Şah İsmail, yedi bin silahlı askeri-müridi ile Safevî hükümdarı olarak önce Şirvân ülkesine saldırmış ve Ferruh Yesar’ı öldürerek burasını ele geçirmiştir. Artık Şah İsmail, kendini Akkoyunlu Devleti’nin bir varisi olarak gördüğü için bütün Azerbaycan ve Diyarbakır bölgelerini kendi ülkesi ilan etmiştir.
Şah İsmail, Akkoyunlu Elvend Mirza’yı yenerek Azerbaycan ülkesini ele geçirerek (1501), Tebriz’e girip saltanat tacını giyerken, Elvend Mirzâ on beş bin kadar Türkmen’i kayıp vererek Diyarbakır’a çekilmişti. Şah İsmail, Tebriz’de İran saltanat tahtına geçtikten sonra, kendi adına para bastırdı, tayinler yaptı, Şiîlik Mezhebi’ni resmî Mezhep ilan etti, on iki imam adına hutbe okuttu ve resmen Safevî Devleti’ni kurmuştu.
Şah İsmail’in İran’da Safevî Devleti’ni geliştirmek ve siyâsî nüfuzunu artırmak istemesi, Doğusundaki Özbek hanlarını, Batısındaki Osmanlı Devleti’ni ve Güney’de bulunan Memlukluları ciddi biçimde rahatsız etmiştir. Şah İsmail, kendisini peygamber nesline bağlamak, Anadolu’daki Türkmen unsuru da yanına alarak asıl hâkimiyetini Anadolu’da kurmak istemişti. Gayet sinsî bir propaganda faaliyeti ile gönderdiği daîler ve kendi adına çalışan halifeler vasıtasıyla adetâ Anadolu’yu kendine hedef seçmişti. Bulunduğu Azerbaycan ve İran coğrafyasında tutunabilmek için Türkleri, Farsları, Arapları ve Moğolları kendi etrafında toparlayarak bütünleştirmek ve böylece büyük bir Safevî İmparatorluğu kurmak istemiştir.
1501 yılında, Şah İsmail’in Erzincan’a geldiği sırada II. Bayezid’in (1481-1512), Batı’da Modon ve Koron’un fethi ile meşgul olduğunu görüyoruz. Şah İsmail, nüfus bakımından beslendiği Anadolu’ya gönderdiği halifeleri vasıtasıyla burada yer yer isyanlara ve Türkmenlerin toplu halde İran’a göç etmelerine sebep oluyordu. II. Bayezid bu faaliyetlere son vermek için Alevî Türkmenlerin İran’a gitmelerini yasaklamış, bir kısmını da Rumeli’ye sürgün etmişti. Uç beylerine gereği yapılması buyurulan emirlerde, bundan böyle Sûfi adında hiçbir kimseyi sınırdan geçirmemeleri, yolları tutmaları bildirilmişti.
Erdebiloğlu Şah İsmail, akıllı ve zeki bir insandı. Durumun nezaketini kavramış ve II. Bayezid’e bağlılığını bildiren saygı dolu ifadeler ile “Atalarının dostları için Acem diyârına geçiş izni” istemiş ise de, ricası yerine getirilmemiştir. Safevî Devleti hükümdarı Şah İsmail, ortaya çıkışından itibaren dikkatleri üzerine çekmiş, Türkmenleri kendisine asker ve mürit ederek, Anadolu’yu yurt etmek istiyordu. Bunun tezahürü olarak 1507 yılında, Şah İsmail, büyük bir ordu ile Doğu Anadolu’yu geçerek Erzurum, Erzincan yolu ile Dulkadıroğlu Alauddevle Bozkurt Bey’in üzerine yürümüştür. Anadolu’daki Türkmen müritlerine güven vermek Şah İsmail’in amaçları arasında gözükmektedir.
Güneydoğu Anadolu’yu ele geçiren Şah İsmail, Şiîlik anlayışını yayılma siyâsetinin bir vasıtası olarak kullanmış ve Sünnî ahaliye karşı çok ağır muamelelerde bulunmuştur. Kendisine sadakatlerini arz etmelerine rağmen, Siirt ve Hısn-ı Keyfa emiri Melik Halil Eyyubî ile Cizre hâkimi Şah Ali Bey’i diğer on iki bey ile birlikte yakalatarak hapsettirmiştir. Diyarbakır’ı ülkesine ilhak eden Şah İsmail (1508-1509), Irak-ı Arap’a girip, Bağdat’ta İmam Musa Kâzım’ın kabri üzerine bir kubbe inşâ ettirmiş ve İmam-ı Azâm Ebu Hanife’nin kabrini yakarak, Bağdat halkının büyük bir kısmı ile bazı âlimleri öldürtmüştür. Şah İsmail Bağdat’ı 1508’de savaş olmadan teslim almıştır.
Şah İsmail, 1510 yılında bir fırsatını bularak, Özbeklerin hükümdarı Muhammed Şeybanî Han’ı (1451-1510) çetin bir savaştan sonra mağlup ederek öldürmüştür. Şeybanî Han, Sünnî akideyi temsil ettiği için öldürülmüş, ülkesinin toprakları Şah İsmail tarafından kendi ülkesine katılmıştır. Türkistan’ın Buhara, Semerkant ve Hive gibi önemli şehirlerini de işgal etmiştir.
Böylece Safevî Devleti’nin sınırları; Fırat nehrinden Ceyhun nehrine kadar uzanıyordu. Azerbaycan, Irak-ı Arap ve Irak-ı Acem (Bağdat ve Tebriz şehirleri ve bütün muhitleri), Fars Eyâleti, Doğu’da Horasan ve Herat, Batı’da ise, Osmanlılarla olan hudut Erzurum, Erzincan, Kemah, İran’da kalmak üzere Sivas’ın Suşehri taraflarından başlıyor ve Karadeniz sahiline kadar ulaşıyordu.
Trabzon valisi Şehzâde Selim, İran’daki saltanat değişimini, Şah İsmail’in karakter ve şahsiyetini, hatta O’nun maksatlarını çok iyi tetkik etmişti. Şehzâde Selim, Anadolu’da Akkoyunlular’dan Safevîler’e geçen Erzincan, Kemah, İspir, Gümüşhane ve Çemişgezek arasındaki toprakları ele geçirmişti. Bu durum Şah İsmail’i ciddi bir şekilde rahatsız etmiştir. Bu arada 1511 yılında cereyan eden “Şahkulu Vakâsı”, Anadolu’da yaklaşık olarak elli bin Türk insanının ölümüne sebep olmuştur. Şah İsmail’e ve Safevîyye tarikatına bağlı olan Tekelü sipâhileri ve diğer Türkmenlerin bir kısmı bu hadiseden sonra İran’a göç etmişlerdir.
Anadolu’da çok büyük tahribata ve insan kaybına sebep olan, Şahkulu Baba Tekeli isyânı, Şiî itikatlı Şah İsmail’in Osmanlı Devleti’ni ele geçirmek için yaptığı büyük tahrik ve planın bir neticesiydi. O’nun asıl amacı iç çekişmelerden ve kargaşadan yararlanarak Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyetine son vermek ve buraları İran topraklarına katmaktı. Osmanlılar açısından bu gelişmeler asla kabul edilemezdi.
Sultan Selim (1467-1520), çeşitli gelişmelerden sonra, babası II. Bayezid’in yerine 24 Nisan 1512’de Osmanlı Devleti tahtına oturmuştur. Selim, tahta geçtiği zaman Anadolu’da bir takım Şiî hareketler, Safevî hükümdarı Şah İsmail tarafından desteklenmiştir. Osmanlı Devleti parçalanarak yıkılmak istenmişti. Bu hareketin bir an evvel bertaraf edilmesi Sultan Selim’in en büyük meselesi olmuştur. İran’da Safevî Şahı İsmail, Şiîliği devlet dini olarak ilan etmiş, Batı komşusu Osmanlı Devleti’ne ve Doğu’daki Özbekler’e karşı yaptığı savaşları bir din savaşı gibi göstermiştir. Bu nedenle 16. yüzyılda Sünnîler ile Şiîler arasında Ortaçağ boyunca görülmeyen bir mücadele yaşanmıştır.
Sultan Selim, Şiî-Safevîleri ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Türk Milleti’nin ve Osmanlı Devleti’nin birinci meselesi olarak Şah İsmail meselesini görmüştür. Sultan Selim “devletin bekâsı için teşhisi doğru koymuştur”, diyenler olduğunu görmekteyiz. Daha önceleri bir Balkan-Avrupa ve Batı-Anadolu Devleti olan Osmanlılar, Selim ile birlikte ilk defa ciddi olarak dış siyasette bariz bir değişiklik yaparak, yönünü Doğuya ve Güneye çevirmişlerdir.
Bu değişikliğin sebebi İran’daki Safevî Devleti’nin Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu bölgesi için tehlikeli bir politika izleyerek, Anadolu’yu istilâ etmeyi amaçlaması ve Osmanlı Devleti’ni yıkmak istemesidir. Başta Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünü korumayı düşünen Sultan Selim ise, Sünnî akideyi güçlendirerek, İslâm Dünyası’nın birliği siyasetini de gütmektedir. Böylece Safevî tehlikesini tamamen ortadan kaldırmak istiyordu.
Osmanlı Padişahı Selim ile Safevî Şahı İsmail, 1514 yılında yaptıkları Çaldıran savaşı öncesinde, devletlerinin yükselmesi, ülkelerinin genişlemesi arzusundaydı. Orta ve Doğu-Anadolu her iki hükümdarın nüfuz sahası olmuştur. Neticede Şah İsmail, tahrik ile Anadolu’yu kesif bir Şiî propagandasına tabi tutmuş ve istilâyı düşünürken, Sultan Selim’de ülkesini koruma, istilâyı önleme ve tehlikeyi uzaklaştırmak düşüncesiyle ulemânın da fetvalarıyla İran seferine karar vermiştir.
Şah İsmail’in asıl amacı İran, Horasan ve bütün Türkistan’ı ve Doğu-Anadolu’daki Alevî Türkmenleri birleştirip Caferî mezhebine, Şiîlik ve eski Türk akidesine dayanan büyük bir hükümet kurmak, Arapların, Türklük üzerindeki manevî baskısını ve diğer dört mezhebi ortadan kaldırmaktı.
Sultan Selim ise, Ehl-i Sünnet ve bu mezhepler üzerinde kurulan şeriat yolunda bütün Müslümanları birleştirmek, onların başı ve peygamber vekili olmak için uğraşıyordu.
İslâmiyet’i Avrupa’ya yayarak, Roma İmparatorluğu ile Abbasi Halifeliği’nin hükmettiği bütün ülkeleri idaresi altına almak istiyordu. Bunun için ilk önce Alevîlik ve Şiîliği temsil eden, ülkesini tehdit eden Safevî Devleti’nin ve Şah İsmail’in ortadan kaldırılmasının gereğine inanıyordu.
Sultan Selim’in 23 Nisan 1514 tarihli Kadıasker ve Nişancı Tâci-zâde Câfer Çelebi inşâsıyla, Şah İsmail’e, Çaldıran Seferi’ne çıkarken bir mektup yazdığını] ve seferin sebeplerini açıkça ifade ettiğini görüyoruz. Çaldıran Zaferi, Anadolu üzerindeki Kızılbaş emellerine katî bir darbe indirdi. Fakat tahrikler asla sona ermedi. Bu tarihî savaştan önce Sultan Selim bütün önlemleri almıştır. Birçok Türk-Türkmen devlet başkanlarına, hanlarına mektuplar göndererek, İran üzerine yaptığı seferden haberdar etmiştir. Tarihin kesin neticeli meydan savaşlarından biri olan Çaldıran Zaferi, Osmanlılar’ın başarısı ve Safevîler’in ağır mağlubiyeti ile sonuçlanmıştır.
Mısır’ın fethinden dolayı Şah İsmail, Sultan Selim’e bir tebriknâme göndererek Safevîlerin başkenti olan Tebriz, İran’da kalmak ve Osmanlı lehine bir hudut tashihi yapılmak şartıyla barış istemiştir. Sultan Selim ise tamamen İran’ı zapt ederek Safevî hâkimiyetine ve Şiî mezhebine son vermek istediği için barış teklifini reddetmiş ve Safevî elçisi de önceki İran elçileri gibi Yedikule’ye gönderilip hapsedilmiştir.
Sultan Selim, Anadolu’nun birliğini sağlamış, Osmanlı Devleti’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu sınırlarını değişmeyecek şekilde genişletmiştir. Anadolu elden çıkmak üzere iken Anadolu’daki Osmanlı topraklarını; Çoruh boyunda Yusufeli, Fırat başında Erzurum, Aras başında Karayazı, Murat boyunda Hınıs ile Muş, Dicle boyunda Pervari, Zaho ve Musul’a varıncaya kadar genişletmiştir. Bu hattın Batısındaki; İspir, Tercan, Kigı, Bingöl, Kulp, Bitlis, Hizan, Siirt, Cizre, Şırnak, Telafer ve Sincâr bölgeleri Osmanlı hudutları içerisine alınmıştır. Sultan Selim, Safevî istilâsından kurtarılan Anadolu topraklarını ilelebet Şiî tehlikesinden ve Fars kültüründen korumak istiyordu. İran’a ikinci bir sefer yaparak Safevîleri ortadan kaldırmayı düşünen Sultan Selim “İbrişim Yasağı” olarak bilinen ipek ticareti için İran’a boykot kararı almış, İran’a silah satışını da yasaklamıştı.
Bu arada 1499’dan 1514’e kadar on beş yıldır zaferden zafere koşan Şah İsmail, Çaldıran hezimetinden sonra adetâ nâmaglup unvanını kaybetmiştir. Derin bir manevî çöküntü içerisinde, artık günlerini Erdebil ve Tebriz’de yakın dostları ile içki içerek geçirmeye başlamıştı. Diğer yandan ise, Sultan Selim’in İran üzerine yeni bir seferini önlemek için devamlı barış elçileri göndermekteydi. Neticede, Sultan Selim zamanında, Şiîlik bugünkü gibi sırf İran’ın içinde kalmaya mahkûm edilmiştir. Anadolu, Kızılbaş tehlikesinden korunmuş, Safevîlerin gücü iyice zayıflatılmış ve Şah İsmail sindirilmiştir.
22 Eylül 1520’de Sultan Selim’in vefat ettiğini ve 30 Eylül 1520’de oğlu Sultan Süleyman’ın onuncu Osmanlı Padişahı olarak tahta oturduğunu görüyoruz. Sultan Süleyman, 1520’de Osmanlı tahtına oturduğu zaman, Osmanlı Devleti, Türk tarihinin altın çağlarından birini yaşamaktaydı. Sultan Selim’in İran ve Mısır’a doğru iki büyük seferi sonucu; Osmanlı ülkesi iki kat genişlemişti. Safevî Devleti öyle ağır bir darbe yemişti ki, hâlâ ondan kurtulamamış ve Memluklu Devleti artık yeryüzünde yoktu ve bütün toprakları Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Osmanlı ülkeleri üç kıta üzerine uzanıyordu. Tuna Nehri ile Fırat Nehri ötesine kadar, Kırım ülkesinden Cezayir’e kadar uzanan saha Osmanlıların hâkimiyeti altında bulunuyordu] .
Kanuni Sultan Süleyman’ın (1494-1566), babası Selim’in Safevî Devleti’ne ve Şah İsmail’e karşı uyguladığı siyâseti tahta geçer geçmez takip ettirmediğini görüyoruz. Kanuni, Sultan Selim’in Çaldıran Zaferi sonucu Tebriz’den sürüp getirdiği altı yüz hânelik sürgünleri serbest bırakmıştır. İran’a karşı uygulanan “İbrişim Yasağı” ipek ticareti boykot kararını kaldırmıştır. Babası Selim zamanında yasağa uymayıp, hapse atılan tüccarlar bırakılmış, el konulan malları iade edilmiştir. Sultan Selim devrinde İran’a; tüccarların, bakır, demir, altın ve gümüş madenleri ile ateşli silahlar götürmeleri ve satmaları yasak edilmişti. Bütün bu yasaklar Kanuni tarafından kaldırılmıştır.
Kanuni, Avrupa seferlerine başlamadan önce İran’la dostluk kurmak istemiş, ileri bir adım daha atarak kendi tahta geçmiş olması nedeniyle, İran Şahı İsmail’e bir mektup göndermiştir. Şah İsmail, henüz Sultan Süleyman’ın cülûsunu tebrik bile etmemişti. Kanuni mektubunda, Batılı “kâfir kuvvetlerine” karşı dostluk ve işbirliği teklif etmiştir. Bu durum Osmanlıların tutumunda Safevîler’e karşı kesinlikle önemli bir değişiklik ve yumuşaklıktı. Safevîler, bu iyi niyetli girişimi ve anlayışlı tavrı değerlendirememişlerdir. Şah İsmail, Kanuni’nin bu iyi niyet hareketine aynı karşılığı gösterememiştir. Ancak, Kanuni’nin Macaristan ve Avusturya topraklarına fütûhata yöneldikçe, Safevîler’in Anadolu üzerine yönelik Şiiliği yayma faaliyetleri artacaktır.
Amasya Barış Antlaşması (1555), Osmanlı-İran Arasındaki Öncesi ve Sonrası Gelişmeler:
Şah İsmail’in, 23 Mayıs 1524 tarihinde Azerbaycan’da Sürhab havalisinde vefâtından sonra, oğlu Tahmasb Bahadır (1524-1576) Safevî tahtına cülûs etmiştir. Şah Tahmasb, 1524’de on bir yaşında Safevî Devleti tahtına geçtiği zaman devletini naipler yönetmeye başlamıştı. Bazı Türk boylarının her biri İran’ın bir bölgesini “dirlik” halinde ellerinde tutuyorlardı. Ustacalular; Azerbaycan, Irak-ı Acem ve Kirman bölgelerinde, Şamlular; Horasan bölgesinde, Tekelüler; Isfahân, Hemedân ve Tebriz taraflarında, Musullular; Bağdat bölgesinde, Dulkadırlular; Fars’ta, Rumlular; Erran’da, Karamanlular ve Kaçarlar, Gence ve Berda’da, Afşarlar; Kûh-ı Gilûya bölgelerinde hüküm sürmekteydiler.
Şah Tahmasb’ın Safevî tahtına geçtiği haberi, kendisine bir sefâretle bildirilmediği için buna çok kızan Kanuni, Tahmasb’ı tebrike lüzum görmemiştir. Hatta, Tahmasb’a hakaret ve tehdit dolu bir mektubu Koca Nişancı Celâl-zâde inşâsıyla 1525’de yazdırıp göndermiştir. Mektup’ta, Şah Tahmasb’a cülûsunu bildirerek “niçin arz-ı ubûdiyet etmediği” sorulmuş, yakında İran Seferi’ne çıkılacağı belirtilmiştir. İki genç hükümdarın savaş için bir defa daha karşı karşıya gelmeleri ve boy ölçüşme arzusu bildirilmiştir. Ayrıca, Sultan Selim’in Şah İsmail’e galibiyeti de hatırlatılmaktaydı.
Kanuni, Şah Tahmasb’a mektubunda; Batı Türklüğü ile Doğu Türklüğü arasındaki Şiî-Safevî Devleti’nin varlığına asla müsaade etmeyeceğini belirtiyordu. “Dünyanın iki zorlu kalesi olan Belgrat ve Rodos’a düzenlediğim muzaffer seferler, yapacağım seferi geciktirdi. Şimdi kendini kolla dizginlerimi senin üzerine çevirdim. Kahramanların düşmanlarına önceden savaş ilan etmesi âdet olduğundan seni uyarıyorum… Ataların gibi derviş elbiselerini giyin, başından tacını çıkar, inzivâya çekil, …aksi takdirde karınca gibi toprağın içine girsen veya kuş gibi uçup gitsen seni her yerde bulurum. Ecel gibi üzerine çöken bu fermana kulak ver ve olanlardan ders al… Er isen vaktine hazır olasın” diyordu. Bu mektup Sultan Selim’in Çaldıran savaşı öncesi, Şah İsmail’e gönderdiği mektuplara üslûp bakımından çok benzemektedir.
Kanuni’de artık babası Selim gibi, Safevîler’in, Türk dünyasının birliğine, Anadolu’nun bütünlüğüne, Türk Milleti’nin Sünnî akidesine en zararlı ve ortadan kaldırılması gerekli bir unsur olduğuna tam olarak inanmış bir Türk hükümdarıydı. O’da Selim gibi, Kızılbaş-Safevî tehlikesini kökünden kaldırmak, Türk dünyasını Türkistan dahil, Osmanlı bayrağı altında birleştirmek ideali ile birlik-beraberlik düşüncesini açıkça ortaya koymaktaydı.
Şah Tahmasb, Kanuni’ye cevap yazmak yerine, Alman İmparatoru Şarlken’e (1516-1556), Portekiz Kralı III. Joao’ya (1521-1557), Macar Kralı II. Layoş’a (1516-1526) müracaat ederek Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte hareket için ittifak yapılmasını teklif etmiştir.
Bu gelişmeler, Osmanlı Devleti için İran’a karşı sefer açılmasına belki en müsait ortamdı. Ancak Kanuni, Mohaç Seferi (1526) için Macaristan ve Avusturya topraklarına doğru askerini yola çıkarmış bulunuyordu. Böylece İran Seferi ertelenmek zorunda kalmıştır.
Kanuni devrinde Anadolu’da; Zünnunoğlu (1526), Veli Halife (Kızılbaş Halifesi), Kalenderoğlu (1527) isyanları ve Molla Kabız Meselesi (1527) gibi, Osmanlı Devleti’ni bazen pek muhâtaralı vaziyetlere sokan Şiî eğilimli kütlelerin, muhtemelen Safevî tahrikiyle, ihtilâller yaptıklarını görüyoruz. Fakat bu isyanların hepsi bastırılmış ve etkisiz hale getirilmişlerdir. Öte yandan 1529’da, Bağdat Hâkimi Zülfikâr Han, şehrin anahtarlarını İstanbul’a göndererek Kanuni adına Bağdat’ta hutbe okutup, para bastırmış ve burasının Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğunu ilân etmiştir. Bağdat Hâkimi Zülfikâr, Osmanlı Devleti’nden yardım gelinceye kadar Safevîlere karşı, şehri savunabileceğini de bildirmişti. Kanuni, bu çağrıya Viyana Seferi’nde (1529) olduğu için hemen yardım gönderememiştir.
Şah Tahmasb; “sakın olmaya ki ülkeler fetheden Cihân Padişahı, Bağdada mâlik olub o yoldan İran ve Turan zaptına ve teshirine sâlik olmaya” diye, korkuya düşüp Haziran 1529’da ordusuyla Bağdat’a gelerek, Zülfikâr Han’ı şehit etmiştir. Bu olaydan sonra Kanuni’ye Bağdat halkına zamanında el uzatamadığı için Safevîler üzerine sefer yapması bir borç haline gelmiştir. Kanuni’nin Irakeyn Seferi (1533-1535) adlı tarihî sefere çıkış sebeplerinden biri de Bitlis Beylerbeyisi Şeref Han’ın İran’a ilticâsı ve Azerbaycan hâkimi Tekelü Ulama Han’ın Osmanlı Devleti’ne sığınması olayıdır.
Osmanlılar bu seferle, Safevîleri tamamen Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’dan atmak, Basra Körfezi ve Hazar Denizi arasında tutunmak istiyorlardı. O zamanlar Kuzey Irak Osmanlıların, Orta ve Güney Irak ise Safevîler’in elinde bulunuyordu. Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasındaki ilişkiler aslında, Çaldıran savaşından sonra hiç düzelmemiş, Şah İsmail’in Anadolu’ya yaptığı propaganda sebebiyle bir türlü barış yapılamamıştı.
Kanuni, İran Seferi’ne çıkmadan önce Safevîlere karşı, Semerkand Han’ı Ebu Said’i, Buhara Han’ı Ubeydullah’ı, Türkistan Han’ı Abdullah’ı vb. bir kısım Türkistan muhiti hükümdarlarını birlikte harekete davet etmiştir. Şah Tahmasb’da, Kanuni’nin bu girişimi karşısında boş durmamış, bir taraftan babası Şah İsmail gibi, Osmanlı ülkesine casusları vasıtasıyla Şiîlik propagandasını körüklüyordu, diğer taraftan Osmanlılar aleyhine Avrupa’daki; Almanya, Avusturya, Portekiz, Macaristan gibi devletler ve Papalık ile ittifaklar sağlamaya çalışıyordu.
Kanuni’nin Safevî Devleti’ne karşı giriştiği, Irakeyn Seferi (1533-1535) 16. yüzyıl Türk siyasî ve askerî tarihinin çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu savaşın sebebi olarak, Şiî-Sünnî gerginliği, Bağdat ile Bitlis meselesi ve Ulama Han’ın Osmanlı Devleti’ne, Şeref Han’ın Safevîler’e ilticâsı olayları, pek çok kaynakta müttefiken yer almaktadır. Burada iki önemli gelişme daha görmekteyiz. Tahran yönüne doğru giden Şah Tahmasb’ın ve ordusunun takibi kararlaştırılmıştır. Bir de Tebriz Osmanlıların eline geçmiş olduğundan, Safevî başkenti Kazvin’e nakledilmiştir. Bu da kültür bakımından Türk olan Tebriz yerine artık Safevîler, Kazvin’de İran-Fars kültürünün etkisinde kalacaklardır.
Osmanlılar yüz elli bin kişilik bir ordu ile aylarca İran topraklarında, Safevî Ordusu’nu arayarak savaşmak için birçok sıkıntılar çekmiştir. Babası Şah İsmail ve Safevî Ordusu’nun Çaldıran savaşında Sultan Selim’den yediği ağır darbeyi hatırladıkça, Osmanlı Ordusu’na karşı koyamayacağını anlayan Şah Tahmasb, elindeki güçlü ve inatçı Türkmen-süvari birliklerine rağmen, meydan savaşı vermeyerek, hep kaçmayı tercih etmiştir.
Böylece, Osmanlı Ordusu’nu yıpratmayı, yıldırmayı, adetâ geldiğine-geleceğine pişman ederek, eli boş tekrar Anadolu’ya dönmelerini temine çalışıyordu. Safevîler daha Doğu Anadolu’da, Osmanlılar Avrupa’da seferde iken Erzincan, Erzurum, Ağrı başta olmak üzere birçok yerleri yakıp-yıkarak, onların yararlanabileceği ne varsa, hayvan, bitki ve diğer canlıları tahrip ederek, İran içlerine doğru çekilmişlerdi. Amaç hem kendi askeri birliklerini ölümden korumak, hem de Osmanlı askerini bıktırmak ve yıpratmaktı. Ayrıca Doğu halkının gözünü korkutmak ve Osmanlı yanlısı oldukları için onları cezalandırmaktı.
28 Kasım 1534’de Veziriazâm İbrahim Paşa, herhangi bir direnişle karşılaşmaksızın Bağdat’a girmiş, Türk Beyleri ve Bağdat halkı ile birlikte şehri Kanuni’nin gelişi için hazırlamıştır. Bağdat Kalesi’nin bütün burçlarına Osmanlı-Türk bayrakları çekilmiştir. 29 Kasım 1534’de Bağdat’ın anahtarları Sultan Süleyman’a verilmiştir. 30 Kasım 1534’de eski Abbasî Halifelerinin merkezi olan Bağdat şehrine Osmanlı Padişahı Kanuni törenle girmiştir. Bağdat’ta Kanuni’yi karşılayanlar arasında büyük Türk Şairi Fuzulî’de vardır. Padişah kendisine iltifat ederek vakıflardan maaş bağlanmasını emretmiştir.
Bağdat’ta dört ay kadar kalan Kanuni, Hanefî Mezhebi’nin kurucusu Ebû Hanife’nin kabrini ziyaret ederek çiniler ile süslü bir türbe ile camii yapılmasını emretmiştir. Daha sonra İmam Musa Kâzım’ın ve Abdulkâdir Geylânî’nin türbelerini ziyaret ederek kubbelerini ve diğer tâdilât ve onarımını yaptırarak hem Sünnîlerin hem de Şiîlerin gönüllerini kazanmıştır. Kanuni, dört ay kaldığı Bağdat’ta, bütün Irak-ı Arab’ı fethedip, araziyi tahrir ettirmiştir. Kûfe, Kerbelâ, Necef gibi yerleri, Ehl-i Beyit’in makamlarını ziyaret ve tamirat ile Şiî halkın muhabbetini de kazanmıştır.
Kanuni’nin İran’a yaptığı bu ilk sefer görünüşte gayesine ulaşmıştı. Bitlis ve Bingöl’den Erdebil’e kadar Azerbaycan ülkesi ve merkezi Tebriz şehri ile Bağdat ve havalisi fethedilmiş oluyordu. Fakat Kanuni, Bağdat’ta iken Şah Tahmasb, Kış mevsiminde yeniden Tebriz’i ele geçirmişti. Bağdat Beylerbeyliği’ni teşekkül ettiren Kanuni bu eyalete “İlk Osmanlı valisi” olarak Ramazanoğlu Uzun Süleyman Paşa’yı getirmiştir. 31 Mart 1535’te Bağdat’tan ayrılan Kanuni, Ulama Paşa’nın yardım isteklerine karşı Tebriz’e doğru hareket etmiştir.
Şah Tahmasb’ın gayesi, kuvvet ve teknik bakımdan kendilerinden çok güçlü olan Osmanlı kuvvetleriyle çarpışmamak ve yenilmemektir. Osmanlı Ordusu’nu Doğu Anadolu ve Azerbaycan içlerinde boş yere dolaştırarak, iyice yormak, morallerini bozmak, iaşe sıkıntısı ile müşkül bırakmak ve çaresizlik içinde dönüşe mecbur eylemektir. Bundan sonra ise hiç yıpranmayan, muhafaza eylediği taze kuvvetler ile kaybettiği yerleri kolayca ele geçirmektir.
Şah Tahmasb’ın Isfahan’dan Sultaniye’ye gelmiş olduğu haberi üzere, Sultan Süleyman, Tebriz’den hareket ederek, Şah ile kesin bir çarpışma yapmak üzere, 3 Ağustos 1535’de Dergüzin’e kadar gelmiştir. Burada durumun vahametini anlayan Şah Tahmasb, kardeşinin de Kanuni ile birlikte olduğunu görünce, endişeye kapılarak, derhal bir elçilik heyeti göndermiştir. Ustacalu Han Türkmen başkanlığındaki elçilik heyeti kabul edilip dinlenmiş, ancak cevap verilmeden gönderilmiştir.
Dergüzin konağında gelen Safevî elçilerinin, Irakeyn’i iki devlet arasında taksim etmek, yani Irak-ı Acem İran’da, Irak-ı Arap Türkiye’de kalmak şartıyla barış teklif ettikleri rivayet edilir. Başka bir görüşe göre de her iki Irak’ı ve Doğu Anadolu’daki Van havalisi tamamen Türkiye’ye bırakılması şartıyla barış istenmiştir. Bu barış teklifi gayet samimiyetsiz görülmüştür. Şah Tahmasb’ın bütün amacı, Osmanlı Ordusu’nun Safevî ülkesini bir an evvel terk etmesidir. Hiç ezilmemiş ve yıpranmamış askeri süvari kıtaları ile nasıl olsa hemen barışı bozabilir, sözde verdiği yerleri Kanuni’nin İstanbul’a dönmesiyle derhal geri alabilirdi. Şah’ın kaypak ve ürkek tavrını anlayan Kanuni, savaş olmayınca çaresiz 20 Ağustos 1535’de tekrar Tebriz’e dönmüştür. 27 Ağustos 1535’de Tebriz’den İstanbul’a dönmek üzere hareket etmiştir.
Irakeyn Seferi sonuçları bakımından Osmanlı Devleti’ne birtakım olumlu gelişmeler sağlamıştır. Evvelâ Anadolu’nun birlik ve bütünlüğü temin edilmiş, devletin siyasî ve coğrafî nüfûzu artmıştır. Bağdat başta olmak üzere Irak-ı Arap’ta birçok şehir ve kasabalar Osmanlı ülkesine katılmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu -Van ve Erciş hariç- tamamen ele geçirilmiştir. Kafkaslar, Basra Körfezi’ne kadar olan yerler İran’a kapatılmış, Azerbaycan’ın geçici işgali, Erzurum Eyaleti’nin kurulması, Ulama Paşa başta olmak üzere Tekelü Ümerası’nın çoğunun Osmanlı Devleti’ne tâbi kılınması, Osmanlı’nın Kafkasya sınırının teminat altına alınması gibi, faydalı sonuçları olmuştur. Bununla birlikte bu seferin sonucunda, Safevî Devleti’nin ortadan kaldırılamayacağı ve bu devletin varlığına son verilemeyeceği de anlaşılmıştır.
Coğrafî sahanın dağlık ve çok geniş bir arazi olması, seferi zorlaştırmış, ağır silahlar, mühimmat, iaşe, eşya vs. top-cephâne taşımasında hayli güçlükler çekilmiştir. Osmanlı Ordusu’nun otuz bin kadar insan, yirmi bin kadar hayvan ve yüz büyük çaplı top zayiatı olmuştur. Sefer bölgesi, Şah Tahmasb’ın askerleri tarafından devamlı yakılıp-yıkılmıştır. Safevîler tarafından bölgede bitki, hayvan, ağaç, ekin vs. bırakılmamış, insanlar göçürülmüş, arazi ıssız ve verimsiz hale getirilmiştir.
Ancak, Kanuni’nin Bağdat Seferi sonucu, Osmanlı Devleti’nin, Şattü’l-Arap ve Basra üzerindeki gücü artmış, hatta Mısır’da Süveyş Limanı, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Denizi Osmanlıların nüfuzu altına girmiştir. Daha sonra cereyan eden hadiseler ve gelişmeler; Şah Tahmasb’ın, Kanuni’nin Avrupa’da savaşmasını fırsat bilerek Kafkaslar’daki Sünnî-Türk yurtlarını istila etmesi, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Anadolu’daki göçebe Türkmenler’e karşı kuvvetli ve sinsî ve Şiîlik propagandası yapması, Van, Erciş ve civarındaki kaleleri zorla işgal etmesi, Erzurum ve Kars bölgesinde çevreye büyük tahribatlar vermesi, Şirvân ülkesine kanlı baskınlar yapması gibi, sebepler yeniden İran üzerine sefer yapılmasını kaçınılmaz hale getirmiştir.
Ayrıca, Osmanlı hudut valileri ve Özbek hanları, gönderdikleri arz ve mektuplarla yardım ve Şah Tahmasb üzerine sefer açılmasını istiyorlardı. Osmanlı Devleti, Avrupa’da Avusturya, Almanya gibi devletlerle yedi yıllık bir anlaşma da yapmıştı. Şah Tahmasb’dan (1535-1547) on iki yıldır yaptıklarının sorulması zarureti de İran üzerine yapılacak seferi zorunlu kılmaktaydı. Kanuni’nin Tebriz (2. İran) Seferi’nin sebepleri, Yakın Doğu’da ve Doğu Anadolu’da siyâsî, dinî-mezhebî birlik ve bütünlüğü sağlamak, Anadolu coğrafyasında Şiîlik görüşünü silmek, yakın komşu ülkelerde Sünnî anlayışı geliştirmek, kısaca siyâsî-dini hâkimiyeti sağlamak ve rakip olan Safevîler’e ağır bir darbe indirmekti. Kanuni, 21 Mart 1548 tarihinde Üsküdar’a geçmiş ve 31 Mart’tan itibaren büyük bir Osmanlı Ordusu ile İran üzerine yönelmiştir.
1548 yılı baharında, Kanuni henüz İran (Tebriz) Seferi’ne çıkmadan önce, Şah Tahmasb, Doğu Anadolu’yu istilâ etmiş, Hınıs, Pasin ve Erzurum’a büyük sıkıntılar vermiştir. Van Kalesi üzerinden gelerek Hınıs’ı yağmalamış, Tercan ve Erzincan’a kadar gelmiş etrafı mahvederek kaçmıştır. Kanuni, 1548 Haziran ayı sonuna doğru Erzurum önlerine ulaşıp, burada sekiz gün konaklamış ve Şah Tahmasb’ı “erlikle cenge” davet eden mektubunu Erzurum’dan göndermiştir.
Kanuni Erciş, Adilcevaz üzerinden Van Kalesi’ni ele geçirmek istiyordu. Fakat Şah Tahmasb’ın yine eski taktik üzere Tebriz’e kadar olan sahayı yakıp-yıkarak, suları zehirleterek geri çekildiğini ve meydan savaşına cesaret edemeyerek Tebriz’i terk edip Kazvin’e çekildiğini görüyoruz. Kanuni, 27 Temmuz 1548’de hiçbir direnişle karşılaşmaksızın Tebriz’e girmiştir. Şah’ın cenge yanaşmadığını ve ele geçiremeyeceğini anlayan Kanuni, O’nu saklandığı yerden çıkarmanın mümkün olamayacağını görmüştür. Şiddetini artıran yiyecek ve yem sıkıntısından dolayı, doğan kırgından binlerce at ve katırın ölümü üzerine, 1 Ağustos 1548’de Tebriz’den Van üzerine yürümüştür.
Kanuni, Tebriz Seferi ile İran ülkesini parçalamak, topraklarının bir kısmını Şirvânşahlar, Gürcüler ve Dağıstanlılar gibi eski mahalli hânedânlara vermek, bir kısmını da Osmanlı topraklarına katmak, Şiîliğe ağır bir darbe vurmak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birliği sağlamak istiyordu. Şah Tahmasb, “Azerbaycan’ın kilidi” saydığı Van Kalesi’nin “on iki imama” bağlı kişiler elinden asla alınamayacağını zannediyordu. 24 Ağustos 1548’de Van Kalesi alınmış, eyalet haline getirilerek Van Beylerbeyiliği kurulmuştur.
Kanuni, Doğu Anadolu’da çok akılcı ve gerçekçi bir yol izlemiştir. Kızılbaş-Türkmenlere açıkça devlet aleyhinde bulunmadıkları takdirde hiçbir baskı yapılmamasını sağlamıştır. Erzurum Şehri’nin Doğusu’nda Kars Beylerbeyiliği’ni Diyarbakır’ın Doğusu’nda ise Van Beylerbeyiliği’ni kurmuş, bugünkü, Türkiye-İran sınırına yakın yerleri aşağı-yukarı 1548’de güvenlik altına almıştır. Bu durum Tebriz Seferi’nin önemli bir sonucudur.
1552’nin Yaz mevsiminde Kanuni’nin, Avusturya, Almanya ve İspanya kuvvetlerine karşı savaştığı bir sırada, Doğu’ya Osmanlı Ordusu’nun gelemeyeceğini fırsat bilen Şah Tahmasb, Safevî Ordusu’nu dört ana kola ayırarak, Osmanlı ülkesinin Doğu’daki hudut şehir ve kasabalarına çok şiddetli ve tahripkâr akınlar ve yağma yaptırmıştır. Bu yağma ve tahrip akınlarının bir gayesi de Osmanlı Padişahı’nı barış yapmaya zorlamaktır. Çünkü Şah Tahmasb, yıllardır “Hazreti Hundkâr” dedikleri Kanuni ile barış yapmak istiyordu.
Safevî Devleti, Osmanlı Devleti ile barış yaptığı takdirde hem büyük bir tehlikeden kurtulacak, hem de komşu olduğu çok kuvvetli bir devlet tarafından kabul edilmiş olmanın rahatlığına kavuşacaktır.
Kanuni, bu durum üzerine Nahçıvan (3. İran) Seferi yapmak zorunda kalmıştır. Nahçıvan Seferi’ne hareket etmeden önce her türlü tedbiri almıştır. Safevî Ordusu’na son kez ağır bir darbe vurmak istiyordu. Osmanlı kuvvetleri, 10 Temmuz-30 Temmuz 1554 tarihleri arasında, görülmemiş bir asker kalabalığı ile 1514 tarihindeki Çaldıran savaşından bu tarafa geçen kırk yılın en ağır darbesini indirmişlerdir. Osmanlı kuvvetleri çok miktar da servet, esir, altın, mal ve ganimet ele geçirmiş, birçok köşk, bahçe ve sarayı da yakıp yıkmışlardır. Safevî Şah’ı Tahmasb’ın Doğu Anadolu bölgesine yıllardır revâ gördüğü yağma ve tahrip, bu sefer Azerbaycan topraklarında uygulanmıştır.
Bundan sonra çok büyük değişim ve gelişmeler cereyan etmiştir. Kanuni, bu 3. İran Seferi ile de arzuladığı neticeyi alamamış, bundan dolayı artık uzlaşma yolunu tercih edecektir. Kanuni’ye, 6 Ağustos 1554’te Bayezid menzilinde iken Şah Tahmasb’a Kars’tan gönderdiği hakaret ve tehdit dolu mektubunun cevabı, barış antlaşması yapmak talebiyle, Veziriazâm Ahmed Paşa’ya Safevîler tarafından gönderilmiştir. İran’dan gelen mektupta, önce tehdide tehditle cevap verilmiş, ancak hayırlı olanın barış olduğu belirtiliyordu. Artık “bir sulh yapılarak bu hâle bir nihâyet verilmelidir hayır barıştadır” gibi, ifadelerle sulh isteklerini açıkça belirtmişlerdir.
“Bâb-ı hümâyûn dost ve düşmana meftuhdur” ifadesi, Şah Tahmasb’ın vüzerâsını ümitlendirmiş ve hemen “Kızılbaş Havassı” Ahmed Paşa’ya yeni bir mektup göndererek, “Osmanlıların taarruzcu olduğunu ve diyânete müteallık kelimât beyan ederek sulhü salah ahvâlini tezekkür eylemişler”. Osmanlı-İran barışına giden yolda Osmanlıların iki yüz elli yıllık bir devlet olduğu gerçeğini ve güçlü konumda olduğunu, üçüncü defadır Safevîler üzerine yapmış olduğu Acem seferlerinden anlamak mümkündür. Safevîlere gelince; onlar ne yapıp-yapıp Osmanlılardan kurtulmak, onlarla bir barış yaparak, kendilerini elli beş yıldır resmen tanımayan Osmanlı Devleti’ne kendilerini kabul ettirmek istiyorlardı.
Kanuni, Safevîler tarafından ihlâl edilmedikçe bu mütarekeye bağlı kalınacağını belirtmiştir. Şah Tahmasb’ı bu mütarekeye Osmanlı Ordusu’nun hudut boylarında kışlayıp, baharda Erdebil ve Tebriz üzerine yeni yağma ve akınlar yapılacağı korkusu mecbur etmiştir. Kanuni, Erzurum’da yirmi dört gün kalmış ve 28 Eylül 1554’te Erzurum’dan Amasya’ya kışlamak üzere hareket etmiştir.
Nihayet Osmanlı vezirlerinin Bayezid’de yaptığı müzakereler netice vermiş, Safevîlerin “Dâru’l-İrşâd” dedikleri “Erdebil Gurkhâneleri”nin Osmanlı kuvvetlerince yakılıp-yıkılacağı endişesi Şah Tahmasb ve vezirlerini barışa yöneltmiştir. Şah Tahmasb, dostluk ve muhabbet dolu bir mektupla, Kemâluddin Ferruhzâde Bey’i çeşitli hediyeler ile Kanuni’ye barış için Amasya’ya göndermiştir. Nisan 1555’te Erzurum’a gelen elçilik heyeti 10 Mayıs 1555 tarihinde Amasya’ya ulaşmışlardır.
Kanuni, Amasya’da hem İran elçilerini hem de Avusturya-Almanya elçilerini, çok ince bir siyasetle ayrı ayrı müzakereler yaparak kabul etmiştir. Her iki devlet ile de Osmanlı Devleti lehine barış yapmayı gayet ustalıkla başarmıştır. 21 Mayıs 1555’te Divân-ı Hümâyûn’a kabul edilen, Şah Tahmasb’ın elçileri, son derece sanatlı ve parlak sözlerle yazılan Şah’ın mektubunu Pâdişah’a takdim ettiler. Osmanlı vezirleri ile Ferruhzâde Kemâluddin başkanlığındaki İran elçilik heyeti arasındaki görüşmeler sonucu, iki devlet arasındaki hududun son Osmanlı fütühâtı esas olmak kaydıyla tespitine karar verilmiştir. Bu durum üzerine; Ardahan, Kars, Göle, Zarşat, Arpaçay vs. havalisi İran’dan Osmanlılar’a intikâl etmiştir. 1 Haziran 1555 tarihinde Amasya Barışı ile Osmanlı Devleti, kuruluşundan yaklaşık elli beş yıl sonra ancak Safevî Devleti’ni resmen tanımış ve kabul etmiş oluyordu.
Kanuni, Osmanlı Devleti’nin çıkarları doğrultusunda Amasya’da barış-sulh teklifi ihtivâ eden mektuba olumlu olarak cevap vermiştir. Amasya Barışı’nı sağlayan asıl belge, Padişah’ın, Şah Tahmasb’a Ferruhzâde Bey ile gönderdiği mektubudur. Bu mektup, Osmanlı-İran barışını tesis ettiği gibi, barışın şartlarını da belirtmektedir. Bu mektubunda Kanuni, Şah’a karşı memnuniyetini belirtmiş ve iki devlet arasında barış yapılmasının faydalarına işaret edip, Tahmasb’ın isteklerini kabul ile İranlılar tarafından bozulmadığı müddetçe barışın korunacağını ve hudut komutanlarının ihtilafa sebep olacak her türlü davranıştan kaçınacaklarını bildirmiştir. İran elçilerinin işleri tamamlanıp, Kanuni’nin barışı tastik eden mektubu ellerine verilip yolcu edilmişlerdir.
Amasya Barış Antlaşması’nın Sonuçları:
Amasya Barışı ile Sünnîlik ile Şiîlik arasındaki en büyük mezhebî sebebin giderilmesine çok önem verildiği anlaşılmaktadır. Bu da Şiîlerin Hz.Ali’den başka büyük sahabelere (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Aişe gibi) hürmet etmemeleri, hatta hakaret etmeleri, Sünnîliği en çok müteessir eden bir husus idi. İran elçisi Ferruhzâde Bey, bu uygunsuz duruma artık son verileceği hususunda Osmanlı hükümetine güvence vermiştir. Ayrıca İranlılar, Osmanlı hududunda hiçbir tecavüzde bulunmamak ve dostluk münasebetleri tesis etmek taahhüdünde de bulunmuşlardır.
Safevîler, Amasya barışı ile Osmanlı Devleti’ne Irak ve Doğu Anadolu ile Gürcistan’da, 1514’ten beri Osmanlıların ele geçirdikleri toprakları, kaleleri, şehirleri vermişler ve oraları hudut kabul etmişlerdir. Antlaşmaya göre, Gürcistan toprakları Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında paylaşılmıştır. Kakhet, Mosuk, Ahıska, Borçalı kesimleri, Kartli, Göri, Tiflis, Meshetiye Safevîlere verilmiş iken, Başıaçuk, İmaret, Dadyan (Megrel), Güryel (Güriyan), Trabzon sınırına kadar olan Keyhüsrev ülkesi de denilen Çoruh boyundaki, Atabek yurtları, Dav-eli, Ardahan, Ardanuç, Oltu, Tortum kesimleri Osmanlılar’da kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin doğu sınırı Basra Körfezi’nden Hazar Denizi’nin batı kıyılarına kadar uzanıyordu. Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Tebriz Osmanlılar’da kalıyordu. Bu antlaşma ile Osmanlılar, Çaldıran’dan (1514) bu tarafa kırk bir yıldır düşman olarak gördükleri Safevîleri resmen tanıyıp kabul etmişlerdir.
Şah Tahmasb, Osmanlı Ordusu’nun teknik ve top yönünden Safevî Ordusu’ndan daha üstün olduğunu biliyordu. Tahmasb, devletinin meşruiyetini, Şiî hacıların emniyetini, Şiîlik Mezhebi’nin İran’da varlığını, kendi iç kavgalarını bertaraf edebilecek bir rahatlığı, Amasya antlaşması ile sağlamış oluyordu. Ancak, Osmanlı-Safevî devletleri arasında yapılan Amasya antlaşmasından sonra Osmanlılar ile Türkistan hanları arasındaki münasebetler kısmen zayıflamıştır. Hatta Osmanlılar, Safevîler ile barışı koruyabilmek için yoğun çaba sarf etmişlerdir. Bundan dolayı Safevîler’in Özbeklere yaptığı bazı girişimlere müdahale edememişlerdir.
Amasya Antlaşması’na Osmanlı Devleti ne kadar sadakât göstermeye çalışmışsa, Safevî Devleti o kadar riayetten uzak olmaya başlamıştır. Safevîler kökleri Anadolu’dan beslendiği için olacak ki, Anadolu’da tahrik ve propagandayı sürdürmekten geri durmamışlardır. Osmanlı Devleti hemen gereken tedbirlere başvurmuş, fakat İranlılar barışa riayet ettiklerini bildiren mektuplar ve hediyelerle beraber elçiler göndermek suretiyle ikiyüzlü bir tavır sergilemişlerdir. İranlıların bir yandan kendi propagandalarını sürdürüp, diğer yandan hiçbir şey yokmuş gibi dostluk gösterilerinde bulunmalarını Osmanlı devlet adamları yakından takip etmekteydiler.
1-Padişahımız tarafından dostluğun ve barışın temelleri sağlamlaştırılarak gelen elçiniz “Ağa” ile bir “Nâme-i Hümâyûn” gönderilmiştir. Barışın bizim tarafımızdan bozulacağını zannetmeyiniz. Padişahımız artık hazinelerini artırmaktan ve ülkesini yeni fetihler ile genişletmekten vazgeçti. Bütün arzusu Müslümanların barış içinde yaşamasıdır. Mabedler ve mescitlere saygı gösterilmesi ve ibadetler yapılmasıdır.
2-“Adâvet-i mâziyyenin bâ’isi” o ülkede bir takım şerirlerin “Ashâb-ı Kibâr’a âdavet”te ısrarları idi, o da def olundu.
3-“Hac’da her kişünün hisse-i muayyenesi ve vazife-i mukadderesi Şerif ve Hâkim (Peygamber soyundan) mârifeti ile sadâkat yedinden tevzî olunur”.
4-Atabek II. Keyhüsrev’in başkent edindiği “Adıgon’un (Altunkale) bu cânibe tesliminden ihmâl olunmaya ve’s-selâm,” denilmekteydi.
Kars, Ardahan ve İmaret toprakları için Kanuni’nin yazdığı mektubun neticesi olumlu olarak alınmıştır. Şah Tahmasb, bu mektuptan sonra İran’daki şaraphânelerin kapatıldığını ve erbâb-ı fısk’ın ortadan kaldırıldığını belirten mektubu, Hamza Sultan isminde bir elçi ile birlikte Kanuni’ye göndermiştir.
İstanbul Barış Antlaşması (1590) ve Osmanlı-İran Devletleri Arasındaki Gelişmeler:
1 Haziran 1555 tarihli Amasya Antlaşması’ndan itibaren, 2 Ocak 1578 tarihine kadar Osmanlı hükümeti, büyük bir titizlik ve sadâkatle İran’la olan barışı çeyrek asra yakın bir zaman içerisinde korumuştur. Sultan II. Selim’in (1566-1574) cülûsunu tebrik için ağır hediyeler ve kalabalık bir maiyyet ile Şah Tahmasb tarafından elçi olarak gönderilen Revân Hâkimi Şah-Kulu Sultan, hudutta Erzurum Beylerbeyisi tarafından karşılanmış ve Üsküdar’a getirilmiştir. İran elçileri, huzura kabul edilerek 1568’de Edirne’de II.Selim tarafından karşılanmış ve önceki Ahid-nâme’yi teyid eden yeni bir antlaşma metni tanzim edilerek Edirne’den ayrılmalarına müsaade edilmiştir.
1.Selim devri’nde Osmanlı Devleti ile İranlılar arasında, Kanuni tarafından akdedilen Amasya Barışı aynen korunmuştur. II. Selim’in vefâtıyla Osmanlı tahtına III. Murad padişah olmuştur. Osmanlı tahtına III. Murad (1574-1595) 1574’te geçmişti. Elçi Tokmak Sultan, kalabalık bir maiyet ile Üsküdar’a gelmiş ve burada büyük bir tazimle karşılanmıştır. 1576’da Divân-ı Hümâyûn’a kabul edilen İran Elçisi Tokmak Muhammed Han, getirdiği hediyeleri ve Şah Tahmasb‘ın mektubunu, III. Murad’a takdim etmiştir.
İran’da Şah Tahmasb ölmüş, yerine geçen Şah II. İsmail’in (1576-1577) bir yıl üç ay kadar süren iktidarı süresindeki davranışları, Osmanlılar ile de barışın bozulmasına ve savaşa sebebiyet vermesi bakımından memleketinin felâketine yol açmıştır. Şah II. İsmail, babasının Osmanlılar ile olan “barış siyâseti”ni bozmuş, Osmanlı idaresindeki Kürt Beyleri’ni tahrik ederek kendi tarafına çekmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yeniden kargaşalar ve huzursuzluklar çıkarmaya başlamıştır.
Şah II. İsmail, Kazvin’de almış olduğu fazla miktardaki afyonun tesiri ile ölmüş, O’nun yerine Muhammed Hudâbende Şah ilân edilmiştir. Osmanlı hudutları ihlal edilerek tahrikler yapılmıştır. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı kuvvetlerinin İran üzerine hareketi için en uygun zaman gelmiş bulunuyordu.
1578’de III. Murad’ın Serasker tayin ettiği Lala Mustafa Paşa’nın, askerî kuvvetler ile Gürcistân üzerinden Şirvân’a yöneldiğini görmekteyiz. Bundan sonra Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa, Şirvân ülkesine doğru ilerlediler. Buranın merkezi Şemahı ele geçirilerek Demirkapı yahut Derbend, Şirvân eyaleti merkezi yapılmıştır. Osmanlı cephesindeki bu gelişmelere karşılık, Safevî Hükümeti’nin de karşı tedbirler almış olduklarını görmekteyiz. 1578 yılına gelindiği vakit, İran Ordusu’nun sayısı iki yüz bin kadardı. Osmanlılar ile Safevîler, 1578-1590 yılları arasında çok şiddetli ve uzun süren savaşlar yaşamışlardır.
Osmanlı kuvvetleri, Gürcistan’da ve Şirvân ülkesinde yönetimi ele aldıktan sonra her tarafta, yollar, köprüler, kaleler inşâ edilmiştir. Şehirler onarılmış çok süratli bir imar ve bayındırlık faaliyetine girişilmiştir.
1587’de Safevîler tahtına Şah Abbas geçmiştir. Şah Abbas, Özbeklerin Herat’tan çekilmesini fırsat bilerek, bir taraftan Osmanlı hükümeti ile barış arzu edip, Haydar Mirzâ’yı rehin olarak İstanbul’a gönderirken, öte yandan Haydar Mirzâ İstanbul’a ulaşmadan Nihavend’i istirdât ve tahrip ederek, barış görüşmeleri sırasında kalenin Osmanlı tasarrufun da bulunmamasını temin için Hemedan valiliğine tayin ettiği Ereşlû Tahmasb-Kulu Han’ı Nihavend’in zaptına memur eylemiştir.
Safevî Devleti çok ciddi sıkıntılar içerisindeydi. Batı’da Osmanlı Devleti, Doğu’da Özbek hanları, devamlı Safevîleri sıkıştırıyor ve baskı altında tutuyorlardı. Safevîler zorunlu olarak iki taraftan birisiyle barış yapmak durumundaydı. Ayrıca Şah Abbas, babası Hudabende’yi zorla tahttan indirmiş, ülkede her bir emirü’l-ûmerâ veya Şah-kulu, sultan ve han ünvanlı idareciler, kendi bölgelerinde bağımsız veya yarı bağımsız bir halde hâkimiyetlerini tesis etmeye çalışıyorlardı.
Osmanlı hükümeti yeni fethedilen kalelere yazılacak muhafaza kuvvetlerinin ulufelerini ödemekte zorlanıyordu. Uzayıp giden savaşlar, askerin intizâmını, başarının zarurî şartı olan âmirlere itaatini gevşetmiş, zaman zaman serhatte ki, muhafaza kuvvetlerinin beylerbeyileri aleyhinde ayaklandıkları vâki oluyordu. Alınan sert ve şiddetli tedbirlere rağmen serhat kalelerinden firar eksik olmuyordu. Barışın tesisi sadece malî veya iktisadî olarak değil askerî ve siyasî bakımdan da zaruri olmuştu. Osmanlıların uzun yıllar Safevîler ile savaşması, Batı’daki gelişmelerden ve fütuhâttan alıkoymuştur. Ayrıca İran seferlerinde sayıları yüz bini aşan Osmanlı Ordusu’nun uzun yıllar boyunca serhat şehirlerinde kalması, bunların iaşesi, yiyecekleri, hayvanlar için yem ve diğer ihtiyaçlardan dolayı da büyük sıkıntılar çekilmekteydi.
İran elçilik heyeti ve başkanı Mehdi-Kulu Han, 24 Ocak 1590’da veziriazâm ve diğer vezirler tarafından kabul edilmiş, getirdiği mektupları vermiştir. 28 Ocak’ta Şehzâde Haydar Mirzâ ve Mehdi-Kulu Han Divân-ı Hümâyûn’a kabul edilmişlerdir. Şehzâde ve elçilere hil’atlar giydirilip, Mehdi-Kulu, Şah Abbas’ın mektubunu Padişah’a arz etmiştir. Bir an önce hudut kesilmesini sağlamak için elçinin iadesinde acele edilmiştir.
Padişah’ın hocası Hoca Saadeddin inşâsı ile III. Murad adına 21 Mart 1590 Çarşamba Nevruz günü, Şah Abbas’a hitaben yazılıp, İran elçisine verilen ve on iki yıldır devam eden Osmanlı-Safevî savaşlarını sona erdiren İstanbul Barış Antlaşması’nda başlıca şu hususlar yer almaktadır. Mektubun girişinden itibaren, barışın bozulması ve savaşın sorumlusu olarak Safevîler gösterilmektedir.
Burada 21 Mart 1590 tarihine kadar (her iki devlet içinde) ele geçmiş olan yerler kendilerde kalacaktır. Bu cümleden olarak Tebriz, Karacadağ, Gence, Karabağ, Şirvân, Gürcistan, Nihaved, Luristan, Şehrizor ve mülhâkatları Osmanlı Devleti’nde kalacaktır. Düşmanlık ve taarruz yapılmayacaktır. Kuvvet ile veya halkının rızâsıyla Osmanlı tarafında kalan bu ülkeler masun kaldığı müddetçe İran tarafına herhangi bir taarruzda bulunulmayacak, barışa bağlı kalınarak, barış şartları korunacaktır.
Osmanlı-Safevî hudutlarını belirlemek için Osmanlılar tarafından Van Beylerbeyisi Hızır Paşa ve İstanbul’dan Hüseyin Çavuş yetkili kılınmıştır. Sınırlar belirlenip, bir daha saldırı, isyan, kışkırtma yapılmaması kabul edilmiştir. Böylece, Tebriz havalisi ile Azerbaycan’ın bir kısımı, Şirvân, Lûristan ve Gürcistan, Türkiye’ye bırakılmış olunuyordu. İran Şah’ı, İranlıların Hulefây-ı Râşid’in ile Hz. Aişe hakkında tahkir edici kelimeler kullanmamalarını temin ve taahhüt ediyordu. İstanbul Barış Antlaşması, birçok olumlu girişimleri de beraberinde getirmiştir. Antlaşma’dan hemen sonra karşılıklı esir veya tutsaklar serbest bırakılmıştır. İran elçilerinin daha İstanbul’dan ayrılmadan önce yaptıkları girişim üzerine, “Kürek Cezası” ile tutuklu bulunan İran esirleri serbest bırakılmıştır. Tebriz savaşları sırasında esir düşen ve Alamut Kalesi’nde mahpus bulunan, Murad ve Hasan Paşalar ve diğer Osmanlı esirleri de İran tarafından İstanbul’a sağ-salim gelmeleri üzere serbest bırakılmışlardır. Osmanlılar elinde esir bulunan Şahruh Han, Mehdi-Kulu Han, Ebu’l-Masum Sultan ve Korkmaz Han ve diğer Safevî esirlerin serbest bırakılmaları için emirler gönderilmiştir.
1578’de Lala Mustafa Paşa’nın, Şark cephesi Serdârlığı ile başlamış, 1590 yılı Ocak ayında Serdâr Ferhat Paşa’nın İstanbul’a getirdiği barış rehini Safevî Haydar Mirzâ’nın gelmesiyle, on iki yıl süren Osmanlı-İran savaşları, Osmanlı Ordusu’nun galibiyetiyle sonuçlanmıştır. III. Murad’ın isteğine göre dikte ettirilen yukarıda belirtilen şartlar üzere, yapılan 1590 İstanbul Antlaşması ile artık barış dönemine geçilmiştir.
Daha önce İran ile imzalanan Amasya Antlaşması’nın ihlâl edilmemesi için, Kanuni, titiz davrandıkça Şah Tahmasb bundan yararlanarak şartları zorlamıştı. Şimdi de 1590’da imzalanan İstanbul Antlaşması’nı bozmamak için III. Murad ne kadar hassasiyet gösteriyorsa, Şah I. Abbas’ta o kadar şartları zorluyordu. Adetâ, nasıl olsa aramızda barış var, Osmanlı kuvvetleri bize taarruz edemeyecek diye, kendisi birçok hususta barışı tehlikeye sokacak tavır ve davranışlar sergilemiştir.
Osmanlı Padişah’ı III. Mehmed (1595-1603), 1595’de vefat eden III. Murad’ın yerine tahta oturmuştu. III. Murad, yirmi yıl kadar Osmanlı tahtında padişahlık yapmıştı. III. Mehmed, gelmiş olan İran elçisi ile Şah Abbas’a gönderdiği cevabî mektupta; İran ile Osmanlılar arasındaki barışı yenilemek üzere gönderilmiş olan mektup, İstanbul’a ulaşmadan babası III. Murad’ın vefat ettiğini, kendisinin 27 Ocak 1595’de tahta oturduğunu belirtmektedir.
Bu arada Haydar Mirzâ’nın İstanbul’da bulunması, Safevî Sarayı’nda sürekli bir problem olarak gündemini koruyordu. Hatta, Haydar Mirzâ’yı bir vesile ile izâle etmeyi bile düşünenler çıkmıştır. Ancak, Haydar Mirzâ 21 Aralık 1595’de vebâ hastalığı sebebiyle vefat etmiştir. On beş yaşlarında olan Haydar Mirzâ’nın ölümü İran’da bir rahatlama meydana getirmiştir. III. Mehmed, tahta çıkmış olduğunu haber vermek üzere Şah Abbas’a elçiler göndermişti. Bu hadisenin üzerinden bir buçuk yıl geçmesine rağmen, Şah Abbas’ın ne elçi, ne de bir mektup göndererek Padişahı tebrik etmemiş ve taziyede bulunmamıştır.
İran elçisi olarak Zülfikâr Han, Mart 1597’de İstanbul’a gelerek Divân’a kabul edilerek ziyafetler verilmiş, Şah Abbas için hediyeler, kendisi ve adamlarına hil’atlar giydirilmiştir. Zülfikâr Han, Padişah III. Mehmed’in dostluk ve barış ifadeleri dolu mektubu ve hediyeler ile İran’a dönmüştür. Böylece, III. Mehmed’in tahta geçmesi ile Osmanlı-Safevî münasebetlerinin bozulmadığını, karşılıklı dostluk ve barış anlayışının devam ettirildiğini, karşılıklı elçiler ve mektuplarla pekiştirilerek sürdürüldüğünü söyleyebiliriz.
Nasuh Paşa Antlaşması (1612) ve Osmanlı-İran Arasındaki Gelişmeler:
Osmanlı Devleti, Kanuni’nin İran üzerine yaptığı üç büyük sefer ile (Irakeyn, Tebriz ve Nahçıvan) Safevî Devleti’ni perişan etmişti. Amasya Antlaşması ile aşağı-yukarı günümüzdeki Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu vatan topraklarına ebediyen katmıştır. Geçen süre içerisinde elbette Osmanlı devlet adamları bir takım tedbirler almışlardı. Ancak, Osmanlı Devleti’nin III. Mehmed (1595-1603) devrinde daha çok Avusturya ile savaştığını; Eğri, Haçova, Kanije, Uyvar, Budin, Peşte gibi kaleler ve savaşlarla meşgul olduğunu görüyoruz. Bu arada ordunun sürekli savaşları Anadolu ve Orta Anadolu’da bir kısım boşlukların oluşmasına ve neticede Celâli isyanlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Geçen süre içerisinde, İran Şahı I. Abbas, Osmanlılarla yaptığı barış sürecini kendi lehine iyi değerlendirmiştir. Özbek veya muhtemel Osmanlı tehdidi karşısında, şahsına bağlı daimi bir ordu teşekkül ettirdi. Safevî kuvvetleri, Türkmen asıllı otuz iki oymaktan oluşan, Şah’ın veya hanların hazinesinden maaş alan, altmış bin kişilik süvari birliklerinden teşekkül ediyordu. Dışarıdan gelen tehlikeleri önlemek, tamamen hanların ve beylerin iyi niyet ve sadâkatine bağlı idi. Özellikle Osmanlı kuvvetlerine karşı ateşli piyade silahlarının eksikliği ortadaydı. “Şah Sevenler” adı altında Kızılbaş Türkmenlerden başka diğer etnik guruplardan, Türkmenlere denge unsuru oluşturacak, muntazam ve disiplinli bir ordu, özellikle bir topçu sınıfı teşkiline, İngiliz asilzâdelerinden Sherley kardeşlerin tavsiyelerine de uyarak karar vermiştir.
Şah Abbas, Azerbaycan’a saldırı için fırsat kollamakta iken, Selmâs Kalesi Hâkimi Gazi Bey isimli bir Kürt Beyi kendisine sığınmıştı. Osmanlıların elinde bulunan Nihavend Kalesi, Hemedan Hâkimi Hasan Han tarafından zapt ve tahrip edilmiştir. Şah’ın tüccarlarından birisi Van’da Ahmed Paşa tarafından tutuklanıp katledilmiştir. Bu gelişmeler cereyan ederken Şah Abbas, kendisine sığınan Belilan aşiretinden olan Selmas Hâkimi Gazi Beyi taç, kılıç ve kemerle taltif edip, hükmettiği yerleri kendi ülkesi olarak iddia etmeye yöneltmiştir. O sırada Tebriz Beylerbeyisi olan Zencirkıran Ali Paşa, Revân ve Nahçıvan’daki Osmanlı kuvvetlerini de alarak, Karnıyarık Kalesi’ni kuşatmıştır. 1603’te Gazi Bey, Şah Abbas’dan yardım istemiştir.
Bu arada 10 Mart 1604 gecesi Erzurum Beylerbeyisi Saatçi Hasan Paşa’dan Revân Beylerbeyisi Şerif Paşa’ya gelen bir mektup, 21 Aralık 1603’de III. Mehmed’in vefâtını ve I. Ahmed’in tahta cülûsunu bildiriyordu. I. Ahmed (1603-1617), tahtta oturduğu zaman, devlet İran ve Avusturya ile savaş halinde bulunuyordu. İran cephesi pek iç açıcı bulunmuyordu. Revân Kalesi tamamen Şah Abbas’ın eline geçmişti.
Cağal-zâde Sinan Paşa, Osmanlı Ülkesi’nin Doğu bölgesine; hem Celâli isyanlarını bastırmak, hem de İran Seferi Serdârlığı’nı temsil için görevlendirilmişti. Kars’a vardıktan sonra, Şah Abbas’a bir tehditnâme gönderildi. Osmanlı Padişahı küffar ile mücadelede iken, bazı Kürt beylerinin sözüne uyarak, meydanı boş bulup insanları öldürmesi, Batılı kâfirler ile ittifak etmesi, Müslümanlar arasına ikilik sokmasının İslâm şiarına uymadığı belirtiliyordu. Şah’ın üzerine gelindiği erlik ve cihangirlik dâvâsında ise ortaya çıkması gerektiği ifade edilmekteydi. Ancak bu ifadeler bir netice doğurmamıştır.
Sinan Paşa komutasında yüz bin kadar asker olduğu ifade edilmektedir. Erzurum Beylerbeyisi Köse Sefer Paşa kumandasında, öğleden ikindiye kadar, on altı beylerbeyi ve yirmi sancakbeyi galip bir durumda savaşmışlardı. İranlılar ricat edince (dönüp kaçınca) Sefer Paşa, düşmanı takibe koyulmuştur. Şah bir süre sonra takipten yorulan Sefer Paşa üzerine geri dönerek saldırıya geçmiştir. Osmanlı tüfenkçileri imhâ edilip, Sefer Paşa her taraftan hücuma maruz kalmıştır. Sefer Paşa, bir tepe de kahramanca çarpışırken atı vurulmuş kendisi de yaralı olarak esir edilmiştir. Etrafındaki birçok beylerbeyi ve sancakbeyi şehit edilmiştir.
Serdâr Murad Paşa, III. Murad devrinde Osmanlılar eline geçmiş olan ve 1590 İstanbul Antlaşması ile Osmanlı hâkimiyetinde kalan; Gence, Şeki, Lori, Tomanis, Tiflis, Demirkapı, Baku, Şemahı, Revân, Tebriz, Nahçıvan, Karabağ gibi şehirlerin ve kalelerin, tekrar Osmanlılara verilmesini aksi takdir de savaşacaklarını belirtmiştir. Ancak buralar tamamen Safevî kuvvetlerinin eline geçmiş yerler idi. Gürcü beylerinin çoğu da Şah Abbas’ın nüfuzuna girmiş bulunuyorlardı. Şah Abbas’ta Anadolu’da Celâlilerin etkisin kırıldığı ve Avusturya ile imzalanan Zitvatoruk Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Ordusu’yla çarpışmak istememektedir.
Safevîleri yıldırarak, savaş yapmadan muzaffer olmak isteyen Murad Paşa, Şah Abbas’a Hayreddin Çavuşla gönderdiği mektupla; “III. Murad devri fütûhâtının Türkiye’ye iâdesi şartıyla sulh teklif etmişse de” Ordu Erzurum’a gelince Osmanlı elçisiyle beraber gelen Şemsüddîn Ağa ismindeki Safevî elçisinin getirdiği cevapta; “son fütûhâtın iâdesi reddedilerek Kanuni devrindeki Amasya Sulhü’nün esas olması” istenilmiştir.
Hem Serdâr Murad Paşa, hem de Şah Abbas, karşılıklı olarak ellerindeki esirleri barışa giden yolda birer jest olsun diye, serbest bırakmışlardır. Bahar’da tekrar sefere çıkma düşüncesi veya barışın neticelenmesi için Diyarbakır’da Cülek Sahrası’nda karargâhını kuran Kuyucu Murad Paşa, 5 Ağustos 1611’de doksan yaşını aşmış olarak ansızın ölmüştür. Diyarbakır Beylerbeyisi Nasuh Paşa tarafından zehirletilerek öldürüldüğü rivayeti de vardır. Murad Paşa’dan sonra Diyarbakır Beylerbeyisi Nasuh Paşa,Veziriâzam ve Serdâr-ı Ekrem olarak, aynı zamanda İran barışına memur tayin edilmiştir. 22 Ağustos 1611’de İstanbul’dan “Mühr-ü Hûmâyûn” ve Serdârlık fermanı gönderilmiştir.
Nasuh Paşa, İran elçilik heyetiyle bizzat İstanbul’a gelmiştir. İran elçileri, 27 Eylül 1612 tarihinde İstanbul’a ulaşmışlar. 17 Ekim’de Divân-ı Hümâyûna kabul edilmişler, getirdikleri mektupları ve hediyeleri I. Ahmed’e takdim etmişlerdir. Elçiler iki yüz yük tutan ipek haracı da beraber getirmişler. Bunun yarısı altın ve gümüş sırmalı ipek kumaşlardan oluşmaktaydı. İran elçisi Kadı-Han Osmanlı ihtişâmının tesiri ile “Padişahum, Şah Abbas senün kulundur”, sözünden başka bir şey söyleyememiştir.
Osmanlı Devleti’yle, Safevî Devleti arasında Kuyucu Murad Paşa’nın hazırladığı esaslar çerçevesinde, Nasuh Paşa veziriâzam olduktan sonra, kabul edilen barış antlaşması şartları, I. Ahmed Han adına, Hoca Sadeddin’in oğlu Şeyhü’l-İslâm Mehmed Efendi tarafından 20 Kasım 1612 tarihini taşıyan “ahidnâme” tespit olunmuştur.
1-Safevîler her yıl Osmanlı Padişahı’na iki yüz yük ipek haraç vereceklerdir.
2-Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında Amasya Barış Antlaşması ile belirlenen sınırlar geçerli olacaktır.
3-Bil fiil Osmanlı hâkimiyetinde kalan yerler Osmanlılar’da kalacaktır.
4- Irak hududundaki asi beylere, Şehrizor Eyaleti’ni istilâ eden Hilev Han’a ve Seyyid Mübarek’e Safevîler tarafından yardım edilmeyecektir.
5-Şemhal ve Dağıstan hâkimleri üzerindeki Osmanlı Hâkimiyeti devam edecektir.
6-Osmanlıların, Ruslara karşı yapacakları herhangi bir seferde Safevîler, Osmanlılara yardım edecekler, engel olmayacaklardır.
7- İranlı Hacılar Bağdat ve Basra yoluyla değil Halep-Şam üzerinden hacca gidip geleceklerdir.
8- İran’da Şiîler ashâb-ı kirâma “sebb-ü şetm” etmeyecekler. İran’da tebarrâilik yasaklanacaktır.
9- Kanuni zamanında tespit edilen hudutlar dairesinde, Osmanlı-Safevî hudutlarını tayin için Türkiye tarafını, Bağdat Beylerbeyisi Mahmud Paşa ve Van Beylerbeyisi Mehmed Paşa temsil edeceklerdir.
Bu Antlaşma ile 1603 yılından bu tarafa Osmanlılar ile Safevîler arasında dokuz yıldır süren savaşa son verilmiştir. Şah Abbas bir bakıma dedesi Şah Tahmasb zamanındaki sınırlara kadar, ülkesini genişletmişti. Osmanlı kuvvetleri ise, uzun süren savaşlar dolayısıyla adetâ bıktıkları İran Seferleri’nden kurtulmuş oluyorlardı. Ancak, Nasuh Paşa Barışı veya 2. İstanbul Barış Antlaşması, uzun sürmemiştir.
Osmanlı-Safevî devletleri arasındaki, 1612 tarihli Nasuh Paşa barış antlaşması üç yıl kadar sürmüş, tekrar Osmanlı-Safevî gerginliği ortaya çıkmıştır. Barışın bozulmasına sebep, sınır-hudut tâyini meselesi ve Şah Abbas’ın taahhüt ettiği yıllık iki yüz yük ipeği göndermemesidir. Şah Abbas’ın ipek yüklerini göndermemiş olmasının sebebi, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki savaşları dolayısıyla, Alman İmparatoru ile İran Şahı’nın anlaşmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Veziriazam Mehmed Paşa’nın emrinde yüz bin kişilik bir Osmanlı Ordusu vardı. Haziran 1615’de Serdâr Mehmed Paşa, İran üzerine yürüyüp, kışlamak üzere Halep’e çekilmiştir. Şah Abbas, Osmanlı Ordusu’nun sefere çıktığında, yeni bir savaşın önünü almak için Kasım Bey adında bir elçi ve Osmanlı elçisi İncili Çavuş’u da beraber bir yıllık ipek haracı ile göndermiştir.
11 Eylül 1616’da Kara Mehmed Paşa, Revân’ı kuşatma altına almıştır. On iki yılı aşkın bir zamandır, Revân şehri Safevîler elinde bulunuyordu. Kale tahkim edilmiş muhafız kuvvetleri takviye edilmiştir. Şah Abbas’ın Ordusu ise Gökçe-göl yahut Nahçıvan civarında bulunuyordu. Osmanlı Ordusu çetin bir kuşatmaya girişmiş ancak Şah’ın Ordusu tâciz hareketleri ile Osmanlı kuvvetlerini müşkil bir duruma sokmaktaydı. Ayrıca surlarda açılan gedikler derhal tekrar yapılıyordu. Mevsim hayli ilerlemiş, kuşatma uzamış, barut ve iaşe sıkıntısı baş göstermişti. Bunun üzerine Serdâr Mehmed Paşa, Şah Abbas’a Halil Ağa adında bir elçi göndermiş barış teklifine mecbur olmuştur. Şah Abbas’ta Ustacalu Çırağ-Sultan adlı bir elçi göndererek barış şartlarını tespit için dört günlük mütareke istemiştir.
Serav Barış Antlaşması (1618):
10 Eylül 1618’de Tebriz ile Erdebil arasında Kırık-köprü mevkiinde Serav (Serâb) Ovası’nda “Ceng-i Sahrây-ı Serâv” denilen ciddi bir bozgun yaşanmıştır. Kırım Hanı Canbek Giray, burada Safevîler tarafından pusuya düşürülüp, mağlup edilmiş, yeniçeriler tarafından güçlükle kurtarılmıştır. Bu felâket haberi Serdâr Halil Paşa’ya ulaşınca, derhal savaş meclisini toplayarak, Erdebil üzerine hareket etme kararı almıştır.
Osmanlı kuvvetlerinin bozguna uğramasına rağmen alınan bu karar Safevîler üzerinde önemli bir tehlike tesiri yapmıştır. Bu durum tekrar elçiler teâtisine yol açmıştır. Şah Abbas ısrarla barış istemiş, bunun üzerine Halil Paşa, Şah’ı tehdit ederek iaşe ihtiyacından bahsetmiştir. Şah “zahire envâından sekiz yüz katar deve yükletip göndermiştir.” Halil Paşa ve diğer paşalara da hediyeler gelmiştir.
26 Eylül 1618 tarihli Serav Barış Antlaşması’nın Şartları:
1-Kanuni devrinde Amasya Barış Antlaşması’yla tâyin edilen hudut esas olacaktır.
2-Kars ve Ahıska kaleleri Osmanlı ülkesinde kalacaktır.
3-Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Dağıstan beylerine taarruz edilmeyecektir.
4- Esirler karşılıklı olarak serbest bırakılacaktır.
5-İran Şahı her yıl haraç olarak yüz yük ipek, kumaş ve sâir kıymetli eşya gönderecektir.
6- Ashab-ı Kiram’a “sebb-ü şetm” edilmeyecektir.
Bu esaslar, I. Ahmed devrinde veziriâzam Kara Mehmed Paşa tarafından tespit edildiği halde Padişah’ın kabul etmediği şartların aynısıdır. Serav Barış Antlaşması’nın 1612 yılında varılan İstanbul Barış Antlaşması’ndan yegane farkı iki yüz ipek haracının yüz yüke indirilmiş olmasından ibarettir.
Böylelikle üç yıl kadar yürürlükte kalan Nasuh Paşa Barış Antlaşması (1612), Serav Barış Antlaşması (1618) ile pekiştirilmiş ve Osmanlı-Safevî devletleri yeniden dost veya birbiriyle savaşmayan iki ülke durumuna girmişlerdir. Ancak bu barış antlaşması da uzun ömürlü olamamıştır.
Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması (1639) ve Osmanlı-İran Arasındaki Gelişmeler:
Osmanlılar ile Safevîler arasında 1618’de yapılan Serav Antlaşması’ndan sonra beş yıl kadar bir süre geçmişti. Bu esnâda Osmanlı Devleti tahtında bir takım değişiklikler cereyan etmiştir. I. Ahmed’in vefâtı (1617), peşinden I. Mustafa’nın Padişah olması (1617) ve O’nun tekrar tahttan indirilmesi, Genç Osman’ın Padişah olması (1618-1622), bu genç hükümdarın tahttan indirilmesi ve hunharca katledilmesi hâdiseleri olmuştur. Bununla beraber, birçok veziriâzam, vezir, beylerbeyi, şeyhü’l-islam, kadıasker ve sancakbeyinin azledilmesi, öldürülmesi veya tutuklanması gibi devlet kadrosunda ciddî değişikler meydana gelmiştir.
Osmanlı Devleti tahtına, 10 Eylül 1623 tarihinde, Sultan IV. Murad hükümdar olarak geçmiştir. IV. Murad, henüz Padişah olduğunda on iki yaşında bulunuyordu. Devletin idaresi fiilen Veziriâzam Kemânkeş Ali Paşa ile Padişah’ın annesi Mâhpeyker Sultan eline geçmişti. Safevî Şahı I. Abbas, 1587’den bu tarafa otuz altı yıldır, engin bir devlet tecrübesine ve çağına göre son derece modern bir orduya sahipti. Osmanlı Devleti yönetimindeki değişiklikleri ve olumsuz gelişmeleri dikkatli bir şekilde izliyordu. Bir yığın tecrübeli devlet adamları şu veya bu şekilde öldürülmüş yahut azledilmiş, Osmanlı ülkesi tahtı bir çocuğa bırakılmış, dahili ve harici bir çok sıkıntı içerisinde Osmanlı hükümeti zaafa uğratılmıştı.
1578’de Safevî ülkesinde ortaya çıkan kargaşayı değerlendiren Osmanlı hükümeti, nasıl İran üzerine sefer açmışsa, belki bu defa Safevî Şahı, Osmanlı ülkesine saldırıya geçebilirdi. Ancak arada 1618’de pekiştirilen Serav Barışı vardı. Aslında Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Anadolu Türkmenleri ile Safevîler hükümranlığında olan Azerbaycan ve İran Türkleri, birbirleriyle savaşmak, karşı karşıya gelmek, birbirlerini öldürmek istemiyorlardı. Aradaki siyâsi iktidar veya hakimiyet kavgası her iki devleti de oldukça yıpratmıştı.
Osmanlı-Safevî gerginliği, dinî-mezhebî bir sürtüşmeyi de başlangıcından itibaren taşıyarak gelmişti. Her iki devlet yöneticileri için de asıl hedef; Türk nüfusu ve Anadolu üzerinde kalıcı bir hâkimiyet tesis etmekti. Şah Abbas, ceddi Şah İsmail ve Şah Tahmasb’ın davalarını çok iyi temsil ediyordu. Şiî akidesini benimsemiş, hakimiyetini Azerbaycan, Gürcistan’dan sonra Güneye Bağdat, Musul, Basra gibi büyük vilayetlere doğru genişletmek arzusundaydı.
Osmanlı hükûmeti, Erzurum’da isyânını sürdüren Abaza Mehmed Paşa’yı Veziriâzam Çerkez Mehmed Paşa’nın başarısıyla etkisiz hale getirmiş, Bağdat üzerine gitmek için Tokat’a çekildiğini bir sırada Veziriâzam vefat edince, Diyarbakır Beylerbeyisi Hafız Ahmed Paşa Veziriazam olarak Bağdat Seferi’ne memur edilmiştir.
Bu sırada Şah Abbas, kendisine muhalefet eden bazı Gürcü beylerini itaat altına almak için Karçakay Han’ı Gürcistan taraflarına göndermişti. Gürcü beylerinden Kartli prensi Magrav Han, zâhiren Şah Abbas’a sadık görünerek diğer Gürcüler ile Karçakay Han’ı mağlup edip öldürmüşler. Gürcü beyleri elde ettikleri başarı üzerine Hafız Ahmed Paşa’yı kendi taraflarına da çekebilmek için Safevîlere karşı dayanışmaya davet etmişlerdir. Ancak Hafız Ahmed Paşa teklifi kabul etmeyerek Bağdat tarafına gitmeyi tercih etmiştir.
Hafız Ahmed Paşa, ordu komutanlarına; “İşte Şah geldi, barut ve erzak azaldı ne yapmalı” diye sorunmuş, yeniçeri ve sipahi subayları; “Biz cümle kırılırız, Bağdad alınmayınca metristen çıkmak ihtimâlimiz yokdur” demişlerdir. Şah Abbas’a karşı Murad Paşa gönderilmiş, Bağdat dışında birlikleri hizmete uğrayarak geri dönmüşlerdir. Şah Abbas ilerleyerek Osmanlı kuvvetleri ile karşılaşmış, ilk vuruşmada mağlup olarak geri çekilmiştir.
Hafız Ahmed Paşa, Sultan IV. Murad’a bir mektup göndermiş ve ondan top ve mühimmât istemiştir:
“Aldı etrafı âdû imdâda asker yok mudur?
Din yolunda baş virûr bir merdî gayyûr yok mudur?
Def’i bid’ada tekâsülden garaz ne bilmeziz,
Derd-i mazlûmun suâl olmaz mı mahşer yok mudur?”
Sultan Murad buna cevap olarak;
“Hâfızâ Bağdad’a imdâd etmeğe er yok mudur?
Bizden istimdâd edersin, sende asker yok mudur?
Bu Hanife şehrin ihmâlinde virân etdiler,
Sende ayâ gayret-i din ü peygamber yok mudur?”, diyerek aynı şekilde manzum bir cevap göndermiştir. Şah Abbas, Osmanlı elçisi Mustafa Ağa’ya; “Mustafa Ağa, Serdâr Bağdat üzerinden kalktı gitti, giden askere kal’a virmek bizüm şânumuza düşmez, var yürü, gördüğünü söyle” demiştir. Ahmed Paşa yeniçerilere, Şah Abbas’ın elçileri müzakere halinde iken, böyle taşkınlık yapmamalarını, sabretmelerini, tavsiye etmiş ise de sözünü dinletememiştir.
Bağdat Kuşatması, Kasım 1625’te başlayıp dokuz ay sürmüştür. Askerler perişan olmuş, bütün iaşe, erzak ve cephane tüketilmiştir. Askerler; at, eşekten başka, diken otu, kestane, mazı yemek zorunda kalmışlardır. Ahmed Paşa’nın yeteri cephaneyi almadan, kolayca ele geçirebileceğini zannettiği Bağdat hiç bir netice alınamadan terkedilmiştir. Veziriâzam Ahmed Paşa, Diyarbakır’a çekilirken Sultan IV. Murad’a gönderdiği arizâ ile durumu bildirmiştir. Bağdat kuşatmasının başarısızlığı üzerine Ahmed Paşa azledilerek yerine Halil Paşa veziriâzam olarak Halep’e gitmek üzere Serdâr tayin edilmiştir.
Halil Paşa, Bağdat üzerine gitmek için sefere çıkmış iken, Ahıska Kalesi’nin Safevîler tarafından işgal ve Erzurum’da ikinci kez isyan eden Abaza Mehmed Paşa ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Halil Paşa, Abaza Mehmed’in yaptığı fâciayı duyunca, çok üzülmüştür. Bu sırada Ahıska Kalesi, Safevîler eline geçmişse de tekrar alınmıştır. Halil Paşa, Abaza Mehmed’i yakalamak için Erzurum’u kuşatmıştır. Ancak yanında büyük toplar olmadığı için Kasım 1627’de geri dönmüştür. Halil Paşa bu başarısızlık yüzünden azledilmiştir.
10 Haziran 1629’da veziriâzam Hüsrev Paşa, İran üzerine sefer için Üsküdar’a geçmiş ve burada bir ay kadar sefer için hazırlıklarını sürdürmüştür. Bu seferden amaç Bağdat’ın ele geçirilmesidir. 9 Temmuz 1629’da Osmanlı Ordusu Üsküdar’dan hareket ederek Halep’e oradan da Diyarbakır’a varmıştır. Bu sırada İran Şahı Abbas 1629’da ölmüş yerine torunu Sam Mirzâ, Şah Safi adıyla tahta oturmuştu.
Osmanlı Ordusu Kasr-ı Şirin ve Hilvan’dan geçerek 6 Eylül 1630’da A’zâmiye’ye ulaşmıştır. Burada Cuma Namazı kılınıp, İmam-ı A’zam’ın türbesi ziyaret edilmiştir. 5 Ekim 1630’da Bağdat kuşatması başlamıştır. Bağdat kuşatmasının ilk ayı topçu düellosu ve lağım açma faaliyetleriyle geçirilmiştir. Nihayet 9 Kasım’da top ateşleriyle tahrip edilmiş burçlardan genel hücuma geçilmiştir. Bağdat, şafak vaktinden kuşluk vaktine kadar hem nehirden hem karadan hücuma tabi tutulmuş, düşmanın tüfenk ve ok atışlarıyla birçok asker şehit olmuştur.Hüsrev Paşa, haşin ve sert tabiatlı bir kimse olduğu için başarısızlığın acısını, birçok beylerbeyi, beyler vs. askerleri öldürerek, kendi mevkiini korumaya çalışmışsa da 1631’de veziriâzamlıktan azledilmiştir. Hüsrev Paşa Bağdat kuşatmasında binlerce askerin telefine de sebep olmuştur.
1.Murad 1632’ten sonra yirmi yaşını aşmış olarak devletin yönetimini ve iktidar dizginlerini kendi eline almıştır. 1630’daki Bağdat kuşatmasından sonra üç yıl içinde İstanbul’da birçok gelişme ve değişim meydana gelmiştir. Sipahiler zorbalığa girişmiş ve üstelerinden gelinmiştir. Veziriâzam Hafız Ahmed Paşa, Hüsrev Paşa, Recep Paşa ve birçok vezir ve ağalar katledilmiştir.
İstanbul’da bu hadiseler cereyan ederken, İran’da da bir takım iç kargaşa ve isyânlar söz konusudur. Kırk yılı aşkın iktidarda kalan, Şah I. Abbas’ın yerine torunu Şah Safi (1629-1642) tahta geçmiş, bazı han ve sultanlar ona karşı girişimlerde bulunmuşlardır. İran kuvvetleri ansızın hududu geçerek Van’ı kuşatma altına almışlardır. Bu haber İstanbul’a duyulunca 15 Ekim 1633’de Veziriazâm Tabanıyassı Mehmed Paşa, Üsküdar’a İran Seferi için geçmiş ve bir hafta sonra Van’a doğru hareket etmiştir. Üsküdar’da askerin geçit resmini seyreden Padişah, İranlıların, Van’dan çekildiği haberi üzerine İstanbul’a dönerken, Veziriâzam Mehmed Paşa’yı Bağdat üzerine göndermiştir.
1.Murad, 21 Şubat 1635’de Üsküdar’a İran üzerine sefer için otağını kurdurmuştur. 10 Mart’ta bizzat kendisi Üsküdar’a geçerek Orduy-ı Hümâyûn ile Konya’ya ve 5 Haziran’da Erzurum önlerine ulaşmıştır. 3 Temmuz’da Erzurum’a törenle giren IV. Murad, gittiği yerlerde asileri ve zorbaları cezalandırarak ağır ağır ilerliyordu. IV. Murad dokuz gün Erzurum’da kaldıktan sonra Kars’a, sonra da Revân üzerine hareket etmiştir. Bu hareketten önce Haziran 1635 ortalarında Padişah Bayburt’a gelmeden
önce Halep’te kışlayan Veziriâzam Mehmed Paşa, Diyarbakır’dan hareketle Bayburt’a gelmiş ve Padişahı burada karşılamıştı. 26 Temmuz’da Revân önlerine gelen IV. Murad, 28 Temmuz’da kuşatmayı başlatmış 7 Ağustos’ta Revân muhafızı Tahmasb Kulu Han, on iki bin kişilik kuvvetine rağmen kaleyi teslim etmiştir.
Revân Kalesi tamir edilip, içine on bin asker ve cephane ile muhafızlığına Vezir Murtaza Paşa bırakılmış, Tebriz tarafları vurularak Van’a inilmiştir. Padişah, Van, Diyarbakır’dan sonra on ay süren seferini İstanbul’a dönerek tamamlamıştır. Revan tekrar Safevîler eline geçmiştir.
Bağdat 1534’de Kanuni’den bu tarafa Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştı. 1624 yılında Şah Abbas burayı işgal etmiş, on dört yıldır İran hâkimiyetinde bulunuyordu. Ancak, Osmanlı kuvvetleri 1625’de Hafız Ahmed Paşa ve 1629’da Hüsrev Paşa vasıtası ile iki defa Bağdat’ı ele geçirmek istemişler, fakat başarılı olamamışlardı. Bu şehir, Osmanlı Devleti için son derece stratejik bir öneme sahipti. Basra Körfezi ve Irak topraklarının hâkimiyeti Bağdat hâkimiyeti ile mümkün olabilirdi. Kaldı ki, yüz yıla yakın bir zamandır, Osmanlı Ülkesinin bir parçası ve tarihî bakımdan önemli bir kültür merkezi idi.
1.Murad, İran Seferi’ne çıkmak için gereken hazırlıkların yapılmasını emretmiştir. İran Şahı I.Safi ise, kazandığı Revân zaferine rağmen, Padişah’ın İran seferine çıkacağını haber almış ve Maksud Han adında bir elçisini İstanbul’a göndererek barış istemiştir. IV.Murad, Şah Safi’nin mektubuna; “cevabın Bağdat’ta verileceğini” bildirerek elçiyi huzura kabul etmemiştir. Şah’ın mektubunda “kabule şâyan maddeler bulunmadığından sefere devam etmeye karar verilmiştir”.
Sultan IV. Murad, 8 Nisan 1638’de Üsküdar’a, İran üzerine sefere gitmek için harekete geçmiştir. Bir ay içinde bütün hazırlıklar tamamlanarak, 8 Mayıs 1638’de İran üzerine hareket edilmiştir. Şeyhû’l-İslam Yahya Efendi ile Kaptan-ı Deryâ Kemankeş Kara Mustafa Paşa’da sefere iştirak etmişler. Üsküdar’dan Bağdat’a kadar olan konak sayısı yüz on olarak belirlenmişti.
Veziriâzam olan Tayyar Mehmed Paşa, Musul’da bulunuyordu. Diyarbakır’a gelerek veziriazamlık mührünü almıştır. Padişah, 7 Ekim’de Musul’a, 14 Kasım’da Kâzımiyye’ye, 15 Kasım’da Azâmiyye’ye ulaşmıştır. Osmanlı Ordusu yüz doksan yedi günde Bağdat’a varmıştı. Padişah IV. Murad otağını Dicle kenarına, İmâm-ı Azâm türbesi önüne kurdurdu. Bağdat’ı fethetmeden türbeyi ziyaret etmeyeceğini belirterek Bağdat kuşatmasını başlatmıştır.
1.Murad bütün gücünü Bağdat kuşatmasına ve buranın fethine yöneltmiştir. Vezirlere, subaylara ve askerlere, siperleri dolaşarak; “Göreyim sizi, Din-i mübin uğruna sa’yû garet de kusur etmeyesiz gayret vaktidir” diyerek, cesaretlendiriyordu. Kuşatmanın yirmi üçüncü günü, Safevîlere on iki bin kişilik yardım kuvvetleri gelmiş, otuzuncu günü Osmanlı kuvvetlerine iki yüz altmış bin torba dağıtılarak, bunlar toprakla doldurularak hendeklerin doldurulmasına başlanmıştır. Veziriâzam Tayyar Mehmed Paşa alnından tüfenk kurşunu ile vurularak şehit olmuştur. Bu hadise üzerine Padişah; “Ah Tayyar Bağdat Kalesi gibi yüz kale değerdi” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.
1.Murad, Kara Mustafa Paşa’yı Veziriâzam tayin etmiştir. Osmanlı kuvvetleri olanca gücüyle saldırıyorlardı. IV. Murad Bağdat’ın alınmasından sonra İmam-ı Azam’ın ve Abdu’l-Kâdir Geylâni’nin türbelerini ziyaret etmiş ve tamirini yaptırmıştır. Yeniçeri Ağası Hüseyin Ağa, Bağdat Valisi olarak sekiz bin yeniçeri ile Bağdat muhafazasına görevlendirilip, Osmanlı Ordusu da Veziriâzam Mustafa Paşa ile Bağdat’ta bırakılmıştır. IV. Murad, Şah I. Safi’ye, İstanbul’dan Musul’a nakledilmiş olan, İran elçisi Maksud Han ile 27 Ocak 1639’da bir tehditnâme göndermiştir.
Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması (1639):
Safevî elçisi Muhammed Kulu, Serdâr Kara Mustafa Paşa’nın tehdidini İran Şahı I. Safi’ye bir mektupla bildirmiştir. Bunun üzerine Mustafa Paşa, Kasr-ı Şirin mevkiine geldiği vakit, İran tarafından 8 Mayıs Pazar günü Safevî Orduları başkumandanı Rüstem Han’dan Saru-Han adlı bir elçinin gelmekte olduğu haber verilmiştir. Osmanlı askerine maaşları dağıtılırken İran elçisi Saru-Han 14 Mayıs 1639’da Kasr-ı Şirin’de Osmanlı veziriâzamı Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya yanında kırk-elli kişilik bir elçilik heyetiyle gelmiştir. Rüstem Han’dan Veziriâzama gelen tezkirede, Dertenek Kalesi’nin tahliye edildiği, İran tarafından barış için Saru-Han’ın murahhas tayin edildiği, barış istedikleri bildiriliyordu.
Kasr-ı Şirin civarındaki “Zohâb” mevkiinde bulunan Osmanlı karargâhında barış antlaşması imzalanmış olduğu için bu tarihî belgeye “Kasr-ı Şirin Muahedesi” denilmiştir. Kasr-ı Şirin Antlaşması’na Osmanlı tarafını temsilen Veziriâzam Kara Mustafa Paşa, Safevîler tarafını da olağanüstü yetkilerle gönderilmiş murahhas Saru-Han ile elçi Muhammed Kulu Han temsil etmiştir.
17 Mayıs 1639’da Osmanlı Devleti’yle, Safevî Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması ile Bağdat tarafından hudut, Bedre, Cessan, Hanikin, Mendeli, Derne, Dertenek’ten Sermenel mevkiine kadar olan ve burada Caf aşiretinin bazı kabileleri ve Zincir Kalesi’nin Batısı’ndaki köyler ve Şehrizor yakınındaki Zâlim Ali Kalesi civarı Osmanlılarda kalacaktır. Bundan başka Kuzey hududundaki Kars, Ahıska ile Van, Şehrizor, Bağdat ve Basra hudutlarına Şah tarafından kesinlikle taarruz edilmeyecektir. Zincir Kalesi, Van hududundaki, Kotor, Makü, Kars taraflarında olan kaleler her iki tarafça yıktırılacaktır. Böylece Bağdat, Basra, Şehrizor havalisi olan “Irak-ı Arab” Osmanlılarda kalmıştır. Revân Kalesi, Safevîler’de bırakılmıştır. Antlaşma’ya göre eğer barışa riayet edilecekse, Safevî Ülkesi’nde; Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ile Hz. Osman ve Hz. Aişe ile diğer bazı ashaba “sebb’ (sövme) ve lânet” etmek yasak olacaktır.
Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması’yla, Osmanlılar ile Safevîler arasında; Revân ve Azerbaycan İran’da kalırken, Bağdat, Musul, Şehrizor, Van ve Diyarbakır kesin olarak Türkiye’ye bırakılmıştır. Devam eden süreçte, İran ile Türkiye arasında çıkan hudut anlaşmazlıkları hep Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması şartlarına göre kararlaştırılmıştır. Barış Antlaşması ile artık Türkiye ile İran arasında on altı yıldır (1623-1639) süren İran savaşları sona ermiş olmaktaydı.
Kasr-ı Şîrin Barış Antlaşması Şah I. Safî tarafından derhal tasdik edilerek, İran elçisi Muhammed Kulu Han’la İstanbul’a gönderilmiştir. Padişah IV. Murad’da; Ocak 1640’da antlaşma metinini tasdik etmiştir. Kasr-ı Şirin Antlaşması ile belirlenen Türkiye–İran hududu bugün hâla devam eden hudutlarımızdır. Bu antlaşma ile belirlenen hududun; Türkiye Irak’ı, İran’da Erivan’ı (Revân) kaybettiği için, yalnız Doğu Anadolu ile İran arasındaki kısmı kalmıştır. Kasr-ı Şirin’de imzalanan barış antlaşmasından sonra, uzun yıllar devam eden Osmanlı-İran savaşlarına son verilmekteydi.
Sonuç:
Osmanlı Devleti’nin 16. ve 17. yüzyıllarda İran politikası, Türk tarihinde önemli bir yer tutan devri kapsamaktadır. Bu çalışma ile adı geçen yüzyıllarda Osmanlı Devleti ile İran’da hüküm süren Safevî Devleti arasında cereyan eden çok zorlu bir mücadele dönemi ortaya konulmuştur. Çoğu zaman iki devlet arasındaki ilişkilerin belirleyici tarafı Osmanlılar olmuştur. Siyâsî antlaşmalarda genellikle Osmanlı padişahlarının ve vezirlerinin öne sürdüğü şartları, Safevîler kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Osmanlılar ile Safevîlerin özellikle Doğu Anadolu, Azerbaycan, Gürcistan, Kuzey Irak, Bağdat havalisi ve Musul üzerinde kıyasıya bir hâkimiyet ve nüfuz mücadelesi verdiklerini görmekteyiz. Osmanlı Devleti, Sultan Selim’den itibaren Hazar Denizi ile Karadeniz arasındaki Kafkasya bölgesine, merkezi Tebriz olan Azerbaycan coğrafyasına ve Hint Okyanusu’na açılan Basra Körfezi’ne hükmetmek arzusundaydı. Bu amaçla Doğu Anadolu, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap fethedilmiş, İran’da Şah İsmail liderliğinde ortaya çıkan Safevî Devleti’ni Çaldıran Zaferi’nden sonra da yok etme mücadelesi sürdürülmüştür.
Ancak, Safevî Devleti’ni kuran Şah İsmail ve Anadolu Türkmenleri, “Türk Devlet Geleneği”ne göre teşkilatlanmış askerî kuvvetleri ile Osmanlı Devleti’ne karşı amansız ve kararlı bir tavırla karşı durmuşlardır. Safevî askeri kuvvetleri Türkmen süvari birliklerinden oluşmaktaydı. Kendilerini Akkoyunlu Türkmen Devleti’nin varisi kabul eden Safevî şahları, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’nun kendi yurtları olduğunu iddia ediyorlardı. Doğu’da Safevîlerin olumsuz tavırları ve düşmanlıkları sebebiyle, Osmanlıların güçlü ordularla Avrupa cephesindeki fetihleri ciddî olarak engellenmiştir.
Kanuni devrinde Osmanlı kuvvetleri, İran üzerine üç büyük sefer yapmak zorunda kalmışlardı. Bunlar, Irakeyn Seferi (1533-1535), Tebriz Seferi (1548-1549) ve Nahçıvan Seferi’dir (1553-1554). Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti 1555’de imzalanan Amasya Barış Antlaşması ile aralarında sürekli devam eden savaşlar dönemine son vermişlerdi. Amasya Barış Antlaşması’yla Bağdat, Kerkük, Musul, Basra, Erzurum, Doğu Anadolu ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir.
Safevî Şah Tahmasb, Kanuni Süleyman’ın karşısına Osmanlı Ordusu’nun büyüklüğü ve üstün askerî teknik güce sahip olmasından dolayı, bir türlü çıkıp karşılıklı meydan savaşına girmemiştir. Şah Tahmasb (1524-1576) ve daha sonra Şah I. Abbas (1587-1629) gayet akıllı bir siyasetle askerî birliklerini büyük Osmanlı kuvvetleri karşısında sürekli kaçarak meydan savaşı vermeksizin korumayı başarmışlardır. Kanuni devrinde, Osmanlı kuvvetleri bazen iki yıla varan seferleri süresince Safevî topraklarını bir uçtan bir uca dolaşmışlardır. Büyük masraflara ve zaman kaybına yol açan İran seferleri, Osmanlı Ordusu’nu olumsuz yönde etkileyerek bıkkınlık, yılgınlık ve çaresizlik içinde zayiatlara uğratmıştır.
Şah Tahmasb ile başlayıp 16. ve 17. yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’ne karşı yürütülen İran politikalarından biri de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da akıl almaz insanlık dışı katliâmlara ve felâketlere sebebiyet vermeleridir. Şah I. Abbas çok zeki ve akıllı bir siyâsetle, Safevî Devleti’nin iç güvenliğini temin edip iktidarını kuvvetlendirip, Özbek kuvvetlerini de Horasan bölgesinden çıkardıktan sonra, daha güçlü bir yönetim sağlamıştır. Şah Abbas bir taraftan Sherley kardeşler aracılığıyla Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa devletlerinin Kral ve İmparatorları’yla ittifak kurmuş, onlarla sıkı bir diyalog içerisine girmiştir. Öte taraftan da Papalık ile anlaşarak kendi ülkesinde Hıristiyanlık inancına Kilise-Manastır vs. yapımına imkan sağlayarak onların katkılarını temine çalışmıştır.
Şah I. Abbas, kırk yılı aşkın iktidarı süresince Safevî Ordusu’nu Osmanlı Ordusu yapısı üzere, top ve tüfenk ile teknolojik donanıma ve modernizasyona kavuşturmuştur. Şah İsmail’den bu tarafa devam eden süvari Türkmen birliklerinden oluşan Safevî Ordusu yerine; Ermeni, Gürcü, Fars, Tat, Hıristiyan ve farklı inanç topluluklarından oluşan insanlarla, bir nevi devşirme yöntemiyle yepyeni bir ordu kurmuştur.
Safevî Devleti’nin merkezi Kazvin’e nakledildikten sonra, Safevî Devleti Türk-Türkmen geleneği ve teşkilatlanması yerine, Fars Kültürü’nün tesiriyle Sasânî-İranî bir yapı kazanmaya başlamıştır. Şah Abbas, siyâsî iktidarı ve hâkimiyeti uğruna, Osmanlı Devleti’ne karşı Papalık ve Hıristiyan-Avrupa ile işbirliği yapmış ve İngiliz Sherely kardeşler desteğiyle ordusunu top vs. unsurlarla modernize edtmiştir.
Şah I. Abbas gücünü toparlayıp, Anadolu’da ortaya çıkan Celâli isyanlarını fırsat bilerek, Safevîlerin Osmanlılar karşısında kaybettiği ve 1590’da İstanbul Antlaşması ile Osmanlılara terk ettiği; Revân, Tebriz, Şemahı, Tiflis, Çıldır, Kars, Karabağ ve Ereş gibi önemli merkez kalelerine, 1603 yılından itibaren ansızın saldırıya geçmiştir. Uzun süren savaşlar dolayısıyla hem İran cephesinde hem de Avusturya-Macaristan cephesinde yıpranmış olan Osmanlı kuvvetlerinin yılgınlığı, diğer taraftan çocuk yaşta Osmanlı tahtına oturmuş olan I. Ahmed (1603-1617), IV. Murad (1623-1640), aradaki iç kargaşa ve iktidar kavgaları dönemi de Şah Abbas’ın ekmeğine yağ sürmüştür.
1612 yılına gelindiğinde çok kanlı boğuşmalarla yıpranmış olan Osmanlı ve Safevî devletleri Nasuh Paşa (II. İstanbul) Barış Antlaşması’nı Kanuni devri Amasya Barış Antlaşması üzere imzalamak durumunda kalmışlardır. Bu antlaşmayla artık Osmanlılar, Safevîler karşısında yaptırım uygulayamayacaklarını anlamış, 1590’da İstanbul Antlaşması’yla elde ettikleri Kafkas ve Azerbaycan topraklarının ve hâkimiyetinin büyük bir kısmını Safevîlere vermek zorunda kalarak, 1555’de imzalanan Amasya Barış Antlaşması’nın hudutlarını kabullenmişlerdir. Fakat çok geçmeden Şah Abbas, taahhüt ettiği yıllık “iki yüz yük ipek” vergiyi 1612’den sonra İstanbul’a göndermeyerek yeniden savaş sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Ancak, Osmanlı kuvvetlerinin Erdebil yakınlarına kadar yaptıkları taarruz ve tahrip sonucu Şah Abbas, 1618’de Serav Barış Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşmayla Osmanlı-Safevî hududu Amasya Barış Antlaşması şartlarına uygun olarak belirlenmiş ve Şah I. Abbas Osmanlı Devleti’ne yıllık yüz yük ipek haraç (vergi) vermeyi kabul etmiştir.
1.Murad, 1632’den sonra devletin dizginlerini ele alarak, Şah Abbas zamanında işgal edilmiş bulunan şehirleri ve kaleleri fethetmek üzere harekete geçmiştir. 1638 yılında çıkmış olduğu Bağdat Seferi ile Bağdat’ı Osmanlı ülkelerine katmayı başarmıştır. Osmanlı Padişahı IV. Murad ile Safevî Şah I. Safi arasında 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması’yla yaklaşık yüz kırk yıldır süren Osmanlı-Safevî siyâsî münasebetleri, askerî savaşları ve hâkimiyet mücadelesi son bulmuştur. Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Irak-ı Arap olarak nitelenen Bağdat, Kerkük, Musul ve Van bölgeleri, başta olmak üzere Basra Körfezi’ne kadar olan topraklar Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Kafkaslar bölgesi, Gürcistan, Tebriz, Revân, Şirvânşahlar toprakları Safevîlere bırakılmıştır.
Erzurum’dan ötede bulunan Kars, Tiflis, Çıldır, Nahçıvan, Sarıkamış, Iğdır, Ardahan, Bâyezıd ve Çaldıran gibi şehir ve kaleler Osmanlılar’a kalmıştı. Diğer bir ifade ile Kafkasya Bölgesi, Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Osmanlı-Safevî devletleri arasında paylaşılmıştır. Bu durum 17. yüzyıl boyunca devam etmiştir. Daha sonraki süreçte Irak Bölgesi Osmanlıların, Gürcistan ve Kuzey Azerbaycan İranlıların hâkimiyetinden çıkarılmıştır. Günümüzde Türkiye-İran sınırları Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla tespit edilmiş olan statüsünü genel olarak koruya gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti ve İran Devleti arasındaki münasebetlerin sağlıklı bir dayanışma ve karşılıklı dostluk ilişkileri içerisinde yürütülebilmesi için tarih araştırmacılarına, siyaset bilimcilere ve devlet yöneticilerine büyük görevler düşmektedir. Tarihî bakımdan İran Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki dostluk ve iyi münasebetleri sürdürebilmek ve İran ile yapılmış olan siyâsî barış antlaşmalarını ve geçmişte yaşanan olayları bilmek, daha sağlıklı ilişkiler kurmamıza yardımcı olacaktır.
KAYNAKÇA:
- Abdu’l-Aziz, Karaçelebi zâde, Süleymannâme, Süleymaniye Ktb., Hacı Mahmut Kitaplığı, Nr. 4823, (Bulak Matbaası-Mısır), İstanbul, 1248 h.
- Târih-i Ravzâtu’l-Ebrâr, Süleymaniye Ktb, Hüsrev Paşa Kitaplığı, Nr. 397, (Bulak Matbaası-Mısır), İstanbul, 1238 h.
- Ağaoğlu, Ahmet, İran ve İnkılâbı, Bayezid Ktb., Genel Kitaplığı, Nr. 37951, Ankara, 1941.
- Akgündüz, Ahmet, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, I-IV, (devam ediyor), Fey Vakfı, İstanbul, 1990-1993.
- Aksun, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, Ötüken Neşriyat, I-VI, İstanbul, 1994.
- Altundağ, Şinasi, “Selim I”, İ.A., XI, M.E.B., İstanbul, 1966, (ss. 423-434).
- Asrar, N. Ahmet, Kanuni Sultan Süleyman Ve İslâm Alemi, Hilal Yayınları, 2. Baskı, İstanbul,?.
- Başbakanlık Osmanlı Arşivi: a) Ali Emiri Tasnifi: Nr.131, 329, 330, 335.
- b) İbnü’l-Emin, Hariciyye Tasnifi: Nr.18.
- c) Name-i Hümâyûn Defteri: Nr. 7, s. 4-6.
- d) Mühimme Defteri: M.D. I, Sıra Nr. 172; M.D. VII,Sıra Nr.185; M.D. XXXII, Sıra Nr. 84,119,175, 195, 293, 420, 424, 425, 426, 546, 665; M.D. XXXV, Sıra Nr. 727; M.D. XXIX, Sıra Nr. 524, 580; M.D. XLIV, Sıra Nr. 123; M.D. XLVII, Sıra Nr. 360.
- Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yayın nr. 5, Ankara, 1992.
- Barthold, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, (Terc. M. Fuat Köprülü), D.İ.B.Y., 5. Baskı, Ankara, 1977.
- Brockelmann, Carl, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, (Terc. N.Çağatay), T.T.K. Basımevi, Ankara, 1992.
- De Busbecg, G., Türk Mektupları (1552-1592) Kanuni Devrinde Bir Sefirin Hatırâtı, (Terc. Hüseyin Cahid Yalçın), İstiklâl Matbaası, Ankara, 1953.
- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, I-XV, Çağ Yayınları, İstanbul, 1989.
- Celâl-zâde, Mustafa, Selim-nâme, (Haz. A. Uğur-M. Çuhadar), 1. Baskı, K.B. Yayınları, Ankara, 1990.
- Tabakâtu’l-Memâlik fi Derecâti’l-Mesâlik, Süleymaniye Ktb., Fatih Kitaplığı, Nr. 4423, (Türkçe Yazma), İstanbul, ?.
- Çelebi, Haydar, Haydar Çelebi Ruznâmesi, (Haz. Yavuz Senemoğlu), Tercüman Yayınları, İstanbul,?.
- Danışman, Zuhuri, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I-XIV, Yeni Matbaa, İstanbul, 1965.
- Danişmend, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I-IV, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1948.
- Diyânet, Ali Ekber, İlk İran-Osmanlı Anlaşması (1555 Amasya Musalahası), İ.Ü.E.F. Basımevi, İstanbul,1971.
- Downey, Fairfax, Kanuni Sultan Süleyman, (Çev.Enis Behiç Koryurek), K.B Yayınları, İstanbul, 1975.
- Emecen, Feridun, “Kanuni Süleyman Devri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, .X, Zafer Matbaası, Çağ Yayınları, İstanbul, 1989, (ss. 313-382).
- Erendil, Muzaffer, Tarihte Türk-İran İlişkileri, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1976.
- Feridun Ahmed Bey, Münşeatu’s-Selâtin, I-II, 2.Baskı, İstanbul, 1274-1275 h.
- Fırat, Mehmet Şerif, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, 5.Baskı, T.K.A.E. Yayınları, Ankara, 1983.
- Gelibolu Mustafa Âlî, Kitâbu’t-Tarih-i Künhu’l-Ahbâr, nr. 920, (Türkçe Yazma), Raşid Efendi Ktb., Kayseri, 1083 h.
- Gökbilgin, M.Tayyib, “Arz ve Raporlarına Göre İbrahim Paşa’nın Irakeyn Seferindeki İlk Tedbirleri ve Fütühâtı”, Belleten, XXI, T.T.K. S. 83, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1957, (ss. 449-483).
- “İbrahim Paşa”, İ.A.,.V/2., İstanbul, 1968, (ss. 908-915).
- “Süleyman I”, İ.A., XI., İstanbul, 1970, (ss. 99-155).
- Gölpınarlı, Abdulbaki, “Kızılbaş”, İ.A.,VI, İstanbul, 1977, (ss. 789-795).
- Göyünç, Nejat, Kanuni Devri Başlarında Güney-Doğu Anadolu, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1975.
- Grammont, Jean-Louis Becque-, “Osmanlı İmparatorluğu Doruğu Olaylar (1512-1606)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, (Çev. Server Tanilli), I, 1. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 1992, (ss. 171-194).
- Güngör, Erol, Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1997.
- Hammer, J. Pustgall, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, (Terc. M. Atâ), I-X, Selanik Matbaası, İstanbul, 1330 h.
- Hezarfen Hüseyin b. Cafer, Tenkihu’t-Tevârih-i Mülûk, Süleymaniye Ktb., Esat Efendi Kitaplığı, (Türkçe Yazma), Nr. 2239, İstanbul, 1083 h.
- Hınz, Walther, XV. Yüzyılda İran’ın Millî Bir Devlet Haline Yükselişi (Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd), (Çev. Tevfik Bıyıkoğlu), T.T.K. Yayınları, 2.Baskı, Ankara, 1992.
- Hilmi, M., Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdad Seferi, Askeri Basımevi, İstanbul, 1932.
- Hoca Saadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, İstanbul, 1280 h.
- Tâcü’t-Tevârih, (Haz. İsmet Parmaksızoğlu), Kültür Bak. Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1992.
- İlgürel, Mücteba, “I Ahmed”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, X, Çağ Yay., İstanbul, 1989.
- “III. Murad” D.G.B.İ.T, X, (ss. 393-401).
- “IV. Murad”, D. G.B.İ.T.,X, (ss. 449-488).
- İslam Ansiklopedisi, I-XIII, M.E.B., İstanbul, 1940-1986.
- İslam Ansiklopedisi, I-XXX, (devam ediyor), T.D.V. Yayınları, İstanbul, 1988-2007.
- Kanuni Sultan Süleyman Devri Muhaberâtı, T.S.M.K., Revân Kısmı, Nr.1956, İstanbul, 1275 h.
- Kevserâni, Vecih, El-Fakih Ve’s-Sultân, (Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi), (Çev. Muhlis Canyürek), Denge Yayınları, İstanbul, 1992.
- KILIÇ, Remzi, Kanuni Devri Osmanlı-İran Münâsebetleri (1520-1566), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2006.
- Kırzıoğlu, M. Fahrettin, Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi (1451-1590), T.T.K. Basımevi, Ankara, 1993.
- Koçu, Ekrem Reşad, Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar, Türkiye Matbaası, İstanbul, 1934.
- Konukçu, Enver, Selçuklulardan Cumhuriyet’e Erzurum, Y.Ö.K. Matbaası, Ankara, 1992.
- Kramers, J.H., “İran”, İ.A., V/2, İstanbul, 1968, (ss. 1013-1053).
- Kütükoğlu, Bekir, Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri (1578-1612), İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1993.
- De Lamartine, Cihan Hakimiyeti, (Türkiye Tarihi), (Haz. M.R.Uzmen), Tercüman Yayınları, İstanbul, ?.
- Mantran, Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I-II, (Çev. Server Tanilli), Cem Yayınevi, İstanbul, 1995.
- Matrakçı Nâsuh es-Silâhi, Beyan-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han, (Nşr. H.Gazi Yurdaydın), T.T.K. Basımevi, Ankara, 1976.
- Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukuât(Osmanlı Tarihi), (Haz. Neşet Çağatay), I-II, T.T.K. Basımevi, 3. Baskı, Ankara, 1992.
- Müneccimbaşı, Ahmed b.Lütfullah, Sahaifu’l-Ahbâr fi Vekây-i ü’l-A’sâr, (Terc. Nedim Ahmed), I-III, Süleymaniye Ktb., Hacı Mahmud Kitaplığı, Nr. 4741, İstanbul, 1285 h.
- Sahâiful-Ahbâr fi Vekây-iü’l-A’sar, (Müneccimbaşı Tarihi) ,(Terc. İsmail Erünsal), I-III, İstanbul,?.
- Münşeat Mecmuası, Süleymaniye Ktb.,Esad Efendi Kitaplığı, Nr. 3345, İstanbul, 996 h.
- Nişancı Mehmed Paşa, Tarih-i Nişancı Mehmed, Süleymaniye Ktb., İzmirli İsmail Hakkı Kitaplığı, Nr. 2375, İstanbul, 1290 h.
- Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, I-XIV., Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1977.
- Kanuni Sultan Süleyman, Kültür Bak. Yayınları, Ankara, 1989.
- Peçevî İbrahim Efendi, Tarihi Peçevî, I-II, Amire Matbaası, İstanbul, 1281 h.
- Tarihi Peçevî, I-II, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1980.
- Peçevî Tarihi, (Haz. Bekir Sıtkı Baykal), I-II, Kültür Bak Yayınları, Mersin,1992.
- Rasim, Ahmed, Resimli Haritalı Osmanlı Tarihi, I-II, Şems Matbaası, 1. Baskı, İstanbul, 1326-1328 h.
- Pakalın, Mehmed Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, 3. Baskı, M.E.B., İstanbul, 1983.
- Sâbityan, Zeki, Devre-i Safevîyye, (İsnâd ve Nâmehây-ı Tarihi), Tahran, 1964.
- Salis, Renzo Sertoli, Muhteşem Süleyman, (Çev. Şerafettin Turan), Ank. Üni. Basımevi, Ankara, 1963.
- Saray, Mehmet, Türk-İran Münâsebetlerinde Şiîliğin Rolü, T.K.A.E. Yayınları, Ankara, 1990.
- __________, Türk-İran İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999.
- Sarı Abdullah Efendi, Düstûru’l-İnşâ, Süleymaniye Ktb., Esad Efendi Kitaplığı, Nr. 3332, İstanbul, 1053 h.
- Münşeat-ı Fârisi, Süleymaniye Ktb., Esad Efendi Kitaplığı, Nr. 3332, İstanbul, 1053 h.
- Solakzâde, Mehmed Hemdemi, Solakzâde Tarihi, (Haz. Vahid Çabuk), I-II, K. B. Yayınları, Ankara, 1989.
- Süheyli, Ahmed b. Hemdem, Tarih-i Şahi (veya) Tarihi Süheyli, (Türkçe Yazma, Müellif Hattı), Süleymaniye Ktb., Fatih Kitaplığı, Nr.4356, İstanbul.
- Sümer, Faruk, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin Rolü, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1992.
- Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, T.T.K. Basımevi, Ankara 1990.
- Sümer, “Abbas I”, İ.A., I, T.D.V, İstanbul, 1988, (ss. 17-19).
- Şeref, Abdurrahman, Tarih-i Devlet-i Osmaniyye, I-II, 2.Baskı, Karâbet Basımevi, İstanbul, 1315 h.
- Tekindağ, M. Şehabettin, Fatih’ten III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi (1451-1574), İst. Üni. Edeb. Fak., Ders Notları, İstanbul, 1977.
- ___________, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran seferi”, T.D., XVII, S. 22, İstanbul, 1968, (ss. 49-78).
- Tevfik, Mehmed, Osmanlı Tarihi, Mekteb-i Harbiye Matbaası, İstanbul, 1328 h.
- Togan, A.Zeki Velidî, XVI. Asırdan Günümüze Kadar Müstemleke Devrinde Asya Tarihi, Bayezid Ktb., Nr.133905, İstanbul, 1965-1966.
- Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi: T.S.M.A.,Ev. Nr.; 1999, 2063, 3192, 4970, 5441, 5860, 5905, 6364/2, 6368/1, 6401, 8968, 9300/11, 9506, 11969, 12077.
- Türk Ansiklopedisi, I-XXXIII, M.E.B., İstanbul, 1968-1984.
- Türkiye Dışındaki Türkler Bibliyografyası, I-II, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 1992.
- Uğur, Ahmet, İbn-i Kemal, Kültür Bak. Yayınları, İzmir, 1987.
- Uğur, Ahmet, Yavuz Sultan Selim, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1.Baskı, Kayseri,1989.
- Unat, Faik Reşit, Hicrî Tarihleri Miladî Tarihe Çevirme Kılavuzu, 6. Baskı, T.T.K. Bas., Ankara, 1988.
- Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, I-VIII, 5. Baskı, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1988.
- Yazıcı, Tahsin, “Safevîler”, İslâm Ansiklopedisi, X., İstanbul, 1966, (ss. 53-59).
- “Şah İsmail”, İ.A., XI., İstanbul, 1970, (ss. 275-279).
- Yücel, Yaşar, Muhteşem Türk Kanuni ile 46 Yıl, T.T.K. Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1991.
Bir yanıt yazın