Milli Şairimiz üstad Mehmed Âkif Ersoy’un Bayezid Camii kürsüsünde verdiği hutbe:
“Ey iman edenler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah’a ve Resulüne icabet edin ve bilin ki Allah gerçekten kişi ile kalbinin arasına girer ve siz gerçekten hep O’nun huzurunda toplanacaksınız.
Ve öyle bir fitneden sakının ki hiç de içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz ve bilin ki Allah’ın azabı şiddetlidir.”
(Enfâl Sûresi / 24-25)Allahu Zü’lcelâl bu iki âyette şöyle buyuruyor ki: Benim bütün evâmirimde; evet, gerek size Kur’an ile bildirdiğim, gerek Peygamberimin lisanıyle, sünnetiyle teblîğ ettiğim emirlerin hepsinde sizin için hayat vardır. Hem nasıl hayat? Bütün manâsıyla bir hayat. Müfessirîn-i izâm buradaki (hayat)ı yalnız ma’neviyâta hasretmiyorlar; maddiyata da teşmil ile maddiyat birbirinden ayrılmaz. Bedensiz ruh olmaz, ruhsuz beden olmadığı gibi. Demek evâmir-i ilâhiyenin kâffesinin zımnında bizim için, biz Müslümanlar için hayat var. Terkinde ise helâk muhakkak.
Artık düşünmeye hacet var mı? İşte görüyoruz. Âlem-i İslâmın başına gelen musîbetler, bu âyetin ne kadar kat’î, ne kadar sarih, ne kadar doğru olduğunu gösterdi! Şimdiye kadar müzmahil olan ne kadar akvam-ı İslâmiye varsa hep ahkâm-ı İlâhiyeyi ifâ etmemek yüzünden mahv oldular. Vakıa Cenab-ı Hak “Malikü’l mülküm” (Mülkün Sahibiyim) diyor (Âl-i İmran- 26); bu âlemde istediği gibi tasarruf eder; dilediğinden alır, dilediğine verir; istediğini i’zâz eyler, istediğini tezlil eder. Bunda şüphe yok. Fakat hiçbir kavim gösterilemez ki kendisi, zillete, esarete, mahkûmiyete istihkak kesbetmeden inkıraza gitmiş olsun; hiçbir millet görülemez ki mülküne sahib olmak isti’dadını gâib etmeden vatan elinden çıkmış bulunsun. Cenab-ı Hakk’ın bir takım kavânîni, kavânin-i ezeliyesi vardır. Evet, o kanunlar, hem ezelidir, hem ebedîdir. Hiç de değişmez. Cenab-ı Hak bütün hakayıkı bu kanunlarında birer birer göstermiş; meteaddid yerlerde müteaddid şekillerde bildirmiştir.
“Allah’ın bundan evvel geçenler hakkındaki kanunu ki Allah’ın kanununu değiştirmeye çare bulamazsın!” (Ahzab / 62)
“Şimdi yeryüzünde bir gezin de bakın peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl oldu?” (Nahl / 36)
Geziniz dünyayı; arza, semaya bakınız; muhtelif kıt’alardaki harabeleri görünüz; sizden evvel geçmiş milletlerin tarihini okuyunuz. Göreceksiniz ki hepsi aynı esbab, aynı şerâit tahtında mahv olmuşlar. Çünki aynı esbab, daima aynı netayici tevlîd eder.
Evâmir-i ilâhiye dendi mi, hepsinin zımnında hayat var. Hatta nef’i ilk nazarda sırf ahrete aid zannolunan bir takım ibâdâtımız var ki, onları da tedkik edersek görürüz ki her birinde bu dünya için de pek çok menafi’ var. Meselâ namaz, Müslümanlara farzdır. İnsan günde beş defa Hâlikıyla kendi arasındaki râbıtayı tecdid ediyor. Dünyaya da taalluku büyük, faidesi çok. Çünki insanları birçok münkirattan men’ ediyor; sonra aynı dine tâbi’ milyonlarca beşeri aynı zamanlarda, yüzler aynı Ka’be’ye, aynı Kıble’ye müteveccih olmak şartıyla aynı kubbeler altın cem’e edyior. Çünki İslâm, din-i tevhiddir, çünki İslâm ekmel-i edyândır. Din-i İslâm kadar Allah’ın kullarını tevhîd etmiş, birbirine ısındırmış bir din yoktur.
ÜMMETİ ANCAK DİN KARDEŞLİĞİ BİR ARADA TUTAR
Bilirsiniz ki: Hazret-i Peygamber’ni bi’setinden evvel “Evs” ile “Hazrec” kabileleri arasında tam yüz yirmi sene ihtilâl, kıtâl devam etmişti; Hicaz havâlisi mezbaha haline gelmişti. İslâm geldi; nifakı, şikakı kaldırdı.
İslâm’ın ta’yin etmiş olduğu ibâdât ile ahkâm, ferdler arasında ittihadı te’min içindir. Böyle iken maalesef görüyoruz ki: Müslümanlar kadar tefrika içinde kalmış; teşettüt içinde bunalmış bir millet yok! Demin söyledim, (Size hayat veren), Allah’ın bütün emirlerinde hayat var. Evâmir-i ilâhiyenin işte en birinci ittihaddır.
“Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı.” (Âl-i İmran / 103)
Cenab-ı Hak diyor ki: Hepiniz birden habl-i ilâhîye (ilahi ipe), dine sarılınız; yani ahkâm-ı Kur’aniyeden ayrılmayınız. Sakın tefrikaya düşmeyiniz; sonra mahv olursunuz. Allah’ın üzerindeki ni’metlerini hatırınıza getiriniz. Biliyorsunuz ya: Hani aranızda niza’lar, ihtilâflar vardır, birbirinize düşman idiniz; İslâm sâyesinde Cenab-ı Hak kulûbunuzu tevhid etti; kardeş oldunuz… Hani ta cehennem uçurumunun kenarına kadar gelmiş idiniz. Allah sizi oradan kutardı…
İSLÂM IRKÇILIĞI KALDIRDI, HERKESİ KARDEŞ YAPTI
Filhakîka ırkı, lisanı, muhiti, âdâtı, elhâsıl her şeyi yekdiğerine mübayın olan kadar akvâmı Müslümanlık kardeş yapmıştı; kavmiyeti, cinsiyeti aradan kaldırmıştı.
Fakat son zamanlar biz Müslümanlar bu hakîkatten gâfile olduk. Aramıza nâmütenâhî esbâb-ı tefrika girdi. Bırakalım memalik-i ecnebiyedeki Müslümanları; Osmanlı memleketinde bu kadar akvam var; Öyle ya Arnavud, Kürd, Çerkes, Boşnak, Arap, Türk, Lâz… Elhâsıl daha bir kavmiyetler mevcûd.
Pek a’lâ! Hepsinin beynindeki rabıta nedir? Rabıta-i diyanet! Şimdiye kadar bu rabıta sayesinde kardeş gibi yaşadık. Türk Türklüğünün ne olduğunu bilmiyordu; Arnavud kavmiyetinden dem vurmuyordu. Zaten Müslümanlıkta asabiyet/ kavmiyetçilik/ ırkçılık/ ulusçuluk yoktur. Hazreti Peygamber buyuruyor ki:
“Irkçılığı çağıran bizden değildi; ırkçılık yapan bizden değildir yani Müslüman değildir; ırkçılık sebebiyle vuruşan da bizden değildir; ırkçılık güderek ölenler de bizden değildir. Bu hâl üzere ölen cahiliye ölümü üzerine ölmüş gibidir…” (Müslim, İmâre 57, Hadis no: 1850; İbn Mâce, Fiten 7, Hadis no: 3948; Nesâî, Tahrîm 28)
BATI İSLAM DÜNYASINA TEFRİKA SAÇARAK BÖLDÜ
Vakıa sâir milletlerde meselâ Hıristiyanlarda kavmiyet var. Evet, onlar bu his ile yaşayabilirler. Fakat biz yaşayamayız. Din giderse bizin için hayat yoktur. Peygamber böyle diyor, şeriatın sahibi böyle söylüyor. Vakayi’de bu sözü te’yid ediyor.
Felâket-i hâzıranın nâmütenâhi esbabı var ki en birincisi kavmiyet yüzünden meydan alan tefrikadır. Yalnız dört, beş senedir bu yüzden ne hale geldik; kavmiyet gayretiyle ayaklananları ıslah için ordumuzu yorduk. İhtilâlden çıktın ihtilâle girdik; müşkilâttan çıktık müşkilâta düştük! Çünki ecnebîler böyle istiyor, memleketlerimizi elimizden almak için programları bu. Bir taraftan alıyor, muttasıl alıyorlar; hem emîn olmalı ki maazallah memleketimizi tamamiyle bitirmeyince rahat olmayacaklardır. Ecnebilerin kendi hesaplarına gayet elverişli kestirme bir siyasetleri var: Hani bir zamanlar bizim akıncılarımız vardı. Fethetmek istediğimiz memleketlere ordumuzdan evvel onları gönderdik. Bu akıncılar o memlekete girer, ahaliyi telâşa sokar birbirine düşürür, sonra da ordu girer, istîla eder, işini bitirirdi. Bu âdetâ ordunun bir talîatü’l-ceyşi idi. İşte tıpkı bunun gibi ecnebilerin de bugün akıncıları var ki o akıncıları, o talîatü’l-ceyşleri: tefrikadır (Kültür emperyalizmi de denir).
Avrupalılar zabtı etmeyi kararlaştırdıkları memleketin ahalisi arasına evvelâ tefrika sokarlar, senelerce milleti birbiriyle boğuştururlar. Sersem ahalî bu sûretle yorgun düştükten sonra (barış adına kurtarıcı rolüyle) gelip çullanırlar. Bugün de işte bize karşı siyâset kullanıldı. Zaten her yerdeki siyâsetleri budur. Hindistan’da, daha evvel Endülüs’te, sonraları Cezayir’de, Irak’ta, İran’da hep böyle yaptılar. Ta’kib ettikleri siyâset hep aynı siyâsettir, hiç değişmez.
BATIDA IRKLAR DAHA ÇOK İKEN NEDEN BÖLÜNMÜYORLAR?
Müslüman olanlar, hani, ‘an samîmi’l-kalb Müslüman olanlar iyi bilmelidirler ki: bu tefrika, bu kavmiyet çıkmaz yoldur. Din bununla beraber gidemez; Müslümanlık bu suretle yaşayamaz. Sonra, din hakkında şöyle böyle diyenler, ufak tefek şüphe taşıyanlar da iyice zihinlerine yerleştirmelidir ki: yine bu siyasetle bu memleket yürümez. Buna artık hatime verilmelidir.
Cenab-ı Hak (Ayrılığa düşmeyin) buyuruyor; tefrikaya düşmeyin, fırkalara ayrılmayın, diyor.
-İyi ama bütün milletlerde birçok fırkalar var. (Örneğin Avrupa ve Amerikan Birleşik Devletleri gibi) Dünyaları da pek iyi gidiyor. Terakkî edip duruyorlar. Bu fırkalar hiç de onların izmihlâline sebep olmuyor…
Evet, lâkin onlar “Fırka”yı “tefrika” manâsında telakkî etmiyorlar. Onların fırka hayatını size –lâ teşbih- şöyle temsil edeyim: Tıpkı bizdeki mezahib gibi. Ben Hanefîyim, sen Şafiîsin. Sana i’tiraz ediyor muyum? İkimiz de aynı Hâlık’a ibadet ediyoruz. İkimizin de Kur’an-ımız, Peygamberimiz aynı… İşte onlar yekdiğerine karşı bu nazarla bakıyorlar. Bizde ise böyle mi? Heyhat! Fırkacılık tefrikacılık karar kılıyor. Birbirimize düşman kesiliyoruz. Diş biliyoruz. Her fırka diğer fırkayı, kavmi ya da ırkı vatanın düşmanı tanıyor, o nazarla bakıyor. Maksad memleketin selâmetidir; filan fırka selâmeti şu yoldan harekette görmüş; bizim fırka da bu taraftan gitmekte, demiyor. İşte bu tefrikalar, hep o yüzden oldu. Nihayet memleket uçurumun, helâk uçurumunun ta kenarına kadar geldi. Yuvarlanmasına pek cüz’î bir şey kaldı. Şu son nefeste olsun aklımızı başımıza almazsak, yine böyle gidersek –maazallah- ümidleri bitecek.
IRKINIZI DEĞİL, ÜMMETİN GELECEĞİNİ DÜŞÜNÜN!
Ey Cemaat-ı Müslimîn! Artık gözünüzü açınız, aklınızı başınıza toplayınız; zira taht-ı saltanat gıcırdıyor! Böyle gidersek –el iyazu billah- o da devrilecek. Eğer Rusya’daki Müslümanlar henüz dinlerini muhafaza ediyorlarsa; eğer Fransızların taht-ı idaresindeki dindaşlarımız hâlâ tanassur (Hıristiyanlaşmamış) etmemişlerse; eğer İngiltere, Hintli kardeşlerimize şimdilik ses çıkarmıyorsa… İyi biliniz ki hep çürük, çarık yine bu hükûmet sayesindedir. Maazallah bu giderse hepsinin gittiği gündür.
Biz bu saltanatı muhafaza edemiyorsak düşünmeliyiz ki bizim yüzümüzden o bîçâreler de mahv olacaklar. Onların bütün nazarları, büyüt ümidleri buraya ma’tûf idi. Hep bizden bir hayır bekliyorlardı. Ama biz ne yapacaktık? Bütün Müslümanları tevhid ile azîm, cesîm bir Müslüman hükûmeti teşkili mi? Hayır! Yalnız, biz dama olaydık, onlar da bulundukları memleketlerde daha âsûde olurlardı; ecnebilerin onlara karşı muamelesi daha iyileşirdi. İşte Rusya’dan gelenler, işte Hindistan’dan, Çin’den, Mağrib’ten gelenler… Hangisine isterseniz sorunuz, hepsi böyle söylüyorlar. Bîçârelerin tâbi’ oldukları ecnebi hükûmetleri kendilerine karşı hep Osmanlı piyasasına bakarak muamelede bulunuyorlar.
Biz evâmir-i diniyeyi îfâ ediyoruz; fakat onlardaki maksadı fevt ediyoruz; meselâ ikindide şu câmie toplandık; aynı kubbenin altında, aynı imamın arkasında namaz kıldık; aynı kubbenin altında, aynı imamın arkasında namaz kıldık, fakat câmiden çıkınca yine birbirimize bîgâne oluyoruz. Acaba bu namazlarda Hâlık’ın maksadı ne idi? Bize birbirimiz tanıtmak; Müslümanlardan bir cemaat, bir cem’iyet meydana getirmek. Çünkü din cemaatle kaimdir. Cemaatsiz din yaşamaz. Dinsiz cemaat belki yaşar. İslâm’a olan ihtiyacından ziyadedir. Aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz öyle buyuruyor. Dinin bütün ahkâmındaki ruh: cemaate, vahdete sevk etmektir. Biz bugün, ne oluyor bilmiyorum, en müteşettit millet olduk. Zâhir ahvallerine bakarsan, yekpâre bir kitle. Fakat hakîkat-ı halde kalbleri perişan.
Gûyâ ki
“Sen onları derli toplu sanırsın. Halbuki kalbleri darmadağınıktır…” (Haşir / 14) ilâhisi bizim hakkımızda!
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.” (Âl-i İmran / 103) bu mu?
Sonra felâketimizin başlıca esbabından biri de lâfçılığımız oldu.
“Ey iman edenler yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyi yaptık demeniz Allah katında büyük gazaba sebep olur.” (Saf / 2-3)
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saf / 4)
Allah o kullarından razı olur, o kullarını sever ki dediklerini fiilen yaparlar; işi sözde bırakmazlar; sonra onun sebîl-i ilâhîsinde cihad ederler. Hem nasıl cihad ederler? Hasmın karşısında bütün eczâsı yekdiğerine perçin edilmiş yekpâre bir bina gibi dururlar da öyle merdane cihad ederler.
ÜMİDSİZLİĞE KAPILMAK HARAMDIR
Acaba biz ne yaptık? Dört beş sene evvelini gelinceye kadar geçen zamanımız sükûn ile geçti. Şu son dört buçuk, beş seneyi de muttasıl söylemekle geçirdik! Bir millet ki bütün vücûdu durur da yalnız çenesi işler, elbette yaşamaz. Şunu bilmeli ki milletlerin hayatında tevakkuf yoktur. Bir millet ne kadar ileri giderse gitsin; ne kadar yükseklere çıkarsa çıksın; olduğu yerde durdu mu mahv olur. Çünkü bütün insaniyet alabildiğine pek uzaklardaki bir noktaya, bir gayeye doğru koşup gidiyor. Beşeriyet coşkun sel gibi umman-ı terakkîye atılmak için alabildiğine akıyor. Bu selin önünde durulamaz. İşte biz de ya boğulacağız, ya o sel ile beraber gideceğiz. Görüyorsunuz ki bütün akvâm-ı insaniye ileriye gidiyor, yalnız biz duruyoruz. Bundan on sene, yirmi sene, hatta daha evvel bu felâketi kestirenler, görenler vardı. Söylediler, kulak verdik, ama sen de! Dedik. Ne ise şimdi “mazâ ma mazâ” (Geçen geçmiştir) diyelim.
Fakat şu kalan hayatı olsun kurtaralım. Olan oldu, diye ye’s getirmek, dört ucunu salıvermek akıllı işi değildir. Zira Müslümanlıkta bu yoktur. “İnâyet-i ilâhîden me’yûs olmayınız; sakın ümîdinizi kesmeyiniz.” (Yusuf / 87)
“Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin.” (Zümer / 53)
Ye’s haramdır. Öyle ise bundan sonra için ne yapmak lâzım gelirse yapalım, el birliğiyle yapalım.
KURTULUŞ GÜZEL AHLÂKTADIR
Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerine biri sordu:
-İslâm nedir, ya Resulallah?…
-“İslâm hüsn-i hulktan (güzel ahlâktan) ibârettir, buyurdular.
Yine sordu:
-Yâ Resulallah, hüsn-i hulk nedir?
Buyurdular ki, sana darılan, seninle rabıtayı kat’ eden (kesen) adamla barışmandır, seni mahrum bırakana bilmukabele vermendir; sana zulm edeni de hoş görüp afvetmendir.” (Darimî, Rikak, 47. Bab).
Artık bundan böyle ahlâklı olmaya çalışalım. Çünki ahlâksız bir cemaat yaşamaz. “Mazâm mâ Mazâ” (Olan oldu) diyelim, tefrikalara hatime verelim. Çünki âkıbetini gördük. İyi bilmeliyiz ki felâket-i hâzırada hepimizin, evet bilâ istisna hepimizin bir hisse-i mes’ûliyeti vardır. Hiç kimse kendisini daraya çıkarmasın. Şimdi herkes vicdanına karşı felâket-i hâzıradan mes’ûl olduğunu; umûmun mes’ûliyetin meyanından kensinin de hissedar olduğunu itiraf ederse o zaman iş başkalaşır; o zaman el birliğiyle hastalığın çaresine bakılır. Hükûmet, millet, ordu… Bizden birçok fedâkârlıklar bekliyor. Biz bu fedâkârlığı dinimiz, vatanımız, kendimizi muhafaza için ihtiyâr edeceğiz. Ulemâ ilmiyle, zenginler servetleriyle, fakirler güçleri yettiği kadarıyle, eli silâh tutanlar kuvvetiyle çalışacak. Bu bir borçtur. Bundan kaçmak haramdır, iden hıyanettir. Her şeyi hükûmetten beklememeli.
Ya Rabbi! İslâm’a ve Müslümanlara zafer ver. Ey Allah’ım! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı (din ve dünya işlerinde yere) sabit kıl. Bizi kâfir kavimleri üzerine muzaffer kıl. Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru.
Mehmed Âkif Ersoy’un bu hutbesi “Hak Neşriyat” tarafından tab’ edilen “Mehmed Âkif Külliyatı”nın 9. cildinden Dünya Bülteni tarafından derc edilmiştir.
Mustafa TURHAN
Çok faydalı bir yazı Özellikle biz nasıl parçalanmaya , ayrıştırılmaya doğru yol alırken . Batılılar çok daha karışık ırklardan devlet kurdukları halde neden bu bölünme onların aklına gelmiyor veya bölünmüyorlar;
İşte bu bölüm her düşünen , Bilgi sahibi olan , bu Bilgiden Fikir sahibi olanlarlar için çok önemli
Öğrenmeli
Bilgi Sahibi olmalı
Fikir sahibi olmalı
Ve öğrenilenleri Genç neslimize durmadan usanmadan anlatmalı ve öğretmeliyiz.
Araştırmanız, yayınlamanız için sizlere çok teşekkür ediyorum.
Mustafa TURHAN
Ergun
Sizinde dilinize sağlık. Birlik ve bütünlüğümüzü korumamız şu günlerde ihtiyaç.onun için içerde ve dışardan gelecek tehlikelere dikkat etmek lazım. Ah günümüzdede Mehmet Akifler olsa diyorum.
Kerim Usta
Güzel yorum ve dilekleriniz için tesekkur ederiz. Saglicakla kalınız.