Cafer-i Tayyar (r.a.) Kimdir?

Kategori: Bilgi Dağarcığı | 0
Cafer-i Tayyar (r.a.) Kimdir?

CA’FER-İ TAYYAR (Radıyallahü Anh)

Hz. Peygamberimizin: “Cafer’i Cennette uçları kana boyanmış iki kanatlı bir halde gördüm” hadîsiyle müjdelenen kahraman. Ebû Tâlibin oğludur. Nesebi, Ca’fer bin Ebî Tâlib bin Abdülmuttalib bin Hâşim bin Abd-i menaf bin Kusay’dır. Künyesi Ebû Abdullah, Lâkabı Tayyar ve Zülcenâheyn’dir. Hz. Ali’den on yaş büyük, Hz. Akîl’den on yaş küçük idi. Habeş’e hicret edip, Hayber günü geri dönmüştür. Hicretin 8 (m. 629) yılında, üçbin askerle, Şam civarında (Mû’te) denilen yerde Rumlarla harb ederken 41 yaşında şehîd oldu. O gün yetmişten fazla yara almıştı.

Resûlullah’a (s.a.v.) çok benziyen yedi kişiden biri bu idi.

Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu.

Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbâs’a bir gün: “Ey Amcam biliyorsun ki, kardeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır, insanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Tâlib’e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen yanına alırsın. Evlatlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir” diye buyurdu. Hz. Abbâs: “Olur” deyince, kalktılar, Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona; “Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.” buyurdular. Ebû Tâlib, “Oğullarımdan Akîl’i ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz” dedi. Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Cafer’i yanına aldı.

Birgün Ebû Tâlib, oğlu Cafer ile şehrin dışında yürürken Hz. Peygamberimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib oğlu Cafer’e, “Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla” dedi. Cafer gidip, Hz. Ali’nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ etti. “Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın” buyurdu. Allahü teâlâ bu duayı kabul etti. Hz. Cafer, Mü’te gazâsında, şehîd olmakla şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs cennetinde uçmaktadır. Bu sebeple kendisine Ca’fer-i Tayyar denir.

Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâm’a karşı reva gördükleri zulüm ve işkenceden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım eshabın Habeşistan’a hicret etmelerine müsaade etti. Kafile, Hz. Cafer’in başkanlığında hareket etti. Habeşistan’da karşılaştıkları hâdiseleri Hz. Pegamberimizin muhterem zevceleri, Hz. Ümmü Seleme şöyle anlattı: “Habeşistan’a vardığımız zaman, orada ;çok iyi bir komşuya tesadüf ettik. Bu komşu Melik Necâşî idi. Kendisi bize arzu ettiğimiz işi verdi. Dinimizin emirlerini istediğimiz gibi yapabiliyorduk. Allahü teâlâ’ya serbestçe ibâdet edebiliyor, hiç eziyete uğramıyorduk. Hiçbir kötü söz duymuyorduk. Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan Melikine iki elçi göndermeye karar verdi. Necâşî’ye son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Mekke’nin en nâdir yetiştirdiği şeylerden olan (Edm) toplandı. Necâşî’nin din adamlarına, devlet erkanına hediyeler ayrıldı. Bu işe Abdullah bin Rebîa ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Necâşî’nin huzurunda neler söyleyecekleri öğretildi. Onlara “Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî’nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıkdan sonra oradaki müslümanların size teslimini isteyiniz.

Necâşî’nin müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız” denildi. Elçiler Habeşistan’a geldiler, devlet erkânına hediyelerden sonra, her birine: “Bizim içimizde bir takım insanlar türedi. Bunlar, bizim dinimizden çıkdıkları gibi sizin de dininize girmediler. Bunlar, bizim de sizin de bilmediğimiz yeni bir din uydurdular. Biz bu gelenleri, kendi yurtlarına götürmek istiyoruz. Hükümdarınızla, onlar hakkında görüştüğünüz zaman, gelenlerle görüşülmeden bize teslim edilmelerini temin için çalışınız. Bu kimselerle en çok meşgul olabilecek olanlar, onların, öz ana-babaları ile komşularıdır. Onlar, bunları gayet iyi bilirler” dediler. Patrikler bunu kabul ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî’nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî hediyeleri kabul etmiş, onları davet ederek görüşmüştü.

Elçiler, Necâşî’ye şöyle söylediler “Ey Melik! İçimizden bir takım kimseler sizin memleketinize iltica etmişlerdir. Bu gelenler, kendi milletlerinin dinini terk ettikleri gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni tanımazsınız. Bizi, bunların mensûb oldukları milletin eşrâfı size gönderdiler. Bu eşraf sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabalarıdır, istekleri, gelenlerin tekrar iade edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hallerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dinlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler” dediler. Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah bin Rebîa’nın en çok arzu ettikleri şey, Necâşî’nin bu sözleri dinliyerek, arzularına uygun hareket etmesiydi.

Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra Necâşî’nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi: “Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler. Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı, “Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyanet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim civarıma gelmişlerdir. Onun için, gelen muhacirleri sarayıma davet eder, onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini dinlerim. Eğer muhacirler, bu adamların dedikleri gibi iseler, onları teslim eder ve kendi milletlerine iade ederim, öyle değilseler onları korur, ülkemde kaldıkça onlara iyilik ederim” dedi. Daha önceleri Necâşî Semavî kitapları incelemişti. Muhammed Aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu Kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke’den çıkaracaklarını biliyordu.

Necâşî, Mekkeli elçilere: “İnandıkları kimse kimdir” diye sordu. Onlar da: “Muhammed’dir” dediler. Necâşî, bu ismi işitince, O’nun peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu. “Onun dîni ve mezhebi nedir ve neye davet eder?” Amr, “Onun mezhebi yoktur” dedi. Necâşî: “Mezhebini ve dinini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları nasıl teslim ederim. Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dinini bileyim” dedi.

Müslümanları saraya davet ettiler. Müslümanlar önce kendi aralarında istişare ettiler (görüştüler) ve Habeş hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim diye konuştular. Hz. Cafer: “Vallahi! Bizim bu husustaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan ibarettir, deriz. Netice neye varırsa razıyız” buyurdu. Hepsi kabul ettiler ve sadece Hz. Cafer’in konuşması için ittifak edip, Necâşî’nin huzuruna geldiler. Melik Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir divan kuruldu. Sonra muhacirleri getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Onlar “Neden secde etmediniz” diye sorunca, “Biz Allahü teâlâ’dan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz, bizi, Allah’tan başkasına secde etmekten men’ edip “Secde, yalnız Allahü teâlâ’ya mahsustur” buyurdu,” dediler.

Necâşî, Muhacirlere “Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hali nedir? Siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?” dedi. Cafer (r.a.) “Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki: Şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun!” dedi.

Amr bin Âs “Ben konuşayım” dedi. Necâşî “Ey Cafer, önce sen konuş” dedi. Cafer (r.a.) “Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?” dedi. Necâşî “Ey Amr! Onlar köle midirler?” diye sordu. Amr “Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!” dedi. Hz. Cafer “Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iade edileceğiz” dedi. Necâşî Amr’a sordu. “Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler!”

Amr “Hayır, bir damla bile kan dökmediler” dedi. Hz. Cafer, Necâsî’ye “Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardır?” dedi. Necâşî: “Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pekçok altın bile olsa, borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin.” dedi. Amr “Hayır, bir kırat (bir para birimi) bile yok!” dedi. Necâşî: “O halde siz bunlardan ne istiyorsunuz?” diye sorunca, Amr “Onlar ile biz bir dinde ve bir işte idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed’e ve dînine uydular” dedi. Necâşî, Hz. Cafer’e “Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz?” diye sordu.

Hz. Cafer “Ey hükümdar! Biz cahil bir millet idik. Putlara tapardık, ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zaif olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik.

O peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O’na ibâdete, bizim ve atalarımızın tapına geldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyanet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi yasakladı. Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti.

Biz de kabul ettik ve Ona îmân ettik. Onun Allah’dan getirip bütün söylediklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O’nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabul ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulüm ettiler. Bizi, dinimizden döndürüp, Allah’a ibâdetten vaz geçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin arasına girdiler ve bizi dinimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni, başkalarına tercih ettik. Senin himayene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız? dedi. Hz. Cafer konuşmasına devam etti.

“Selâm verme işine gelince biz seni Resûlullah’ın selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm veririz. Cennettekilerin selâmlarının da bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz bize haber verdi. Bunun için biz de seni öyle selâmladık. Hz. Peygamberimiz insanlara secde edilmiyeceğini buyurduğu için Allah’tan başkasına secde etmekten Allah’a sığınırız”, dedi. Necâşî: “Sen, Allah’ın bildirdiklerinden biraz biliyor musun?” diye sordu. Hz. Cafer “evet” deyince, Necâşî “Onu bana oku” dedi. Hz. Cafer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumağa başladı. (Ankebût ve Rum sûrelerinden okuduğu da bildirilmiştir) Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Rahipler de çok ağladılar. Necâşî ve Rahipler. “Ey Cafer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku” dediler. Hz. Cafer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî, kendisini tutamıyarak “Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur. Hz. Musa ve İsâ (a.s.) da onunla gelmiştir” dedi. Kureyş elçilerine dönerek “Gidiniz, Vallahi, ben ne onları size teslim eder, ne de onlara bir kötülük düşünürüm” dedi.

Abdullah bin Ebî Rebîa ile Amr bin Âs, Necâşî’nin huzurundan çıktılar.

Amr, Abdullah’a “yemin ederim ki, onların bir kabahatini Necâşî’nin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör” dedi. Arkadaşı, Amr’a “Onlar bize muhalefet ediyorlarsa da iyi kötü akrabalığımız var, bunu yapma” dedi. Amr “Onların, Meryem oğlu İsâ’yı (a.s.) bir kul olarak bildiklerini Necâsî’ye ihbar edeceğim” dedi. Ertesi günü, Necâşî’nin yanına varıp “Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu İsâ’ya (a.s.) ağır sözler söylüyorlar. Onlara adam gönderip İsâ (a.s.) için ne söylediklerini bir sor.” dedi. Necâşî, Hz. İsâ hakkındaki telakkilerini sormak üzere Muhâcir müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir araya toplandılar. Birbirlerine, “Meryem oğlu İsâ (a.s.) hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz” Hz. Cafer: “Vallahi Hz. İsâ hakkında Allah’ın dediğini Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz” dedi.

Necâşî’nin huzuruna çıkınca, Necâşî “Siz Meryem oğlu İsâ (a.s.) hakkında ne biliyorsunuz?” diye sordu. Cafer (r.a.) “Biz Hz. İsâ (a.s.) hakkında Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâ’dan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. O’nun Allah’ın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyâdan ve erkeklerden vaz geçerek Allah’a bağlanmış bir kız olan Hz. Meryem’e ilkâ eylediği kelimesi’dir. Meryem oğlu İsâ’nın hâli, şânı bundan ibarettir. Hz. Adem’i topraktan yarattığı gibi İsâ’yı (a.s.) da babasız yaratmıştır, deriz” deyince Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve “Yemin ederim ki Meryem oğlu İsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur.” dedi. Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükümet erkânı ve kumandanları aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce, onlara, “Yemin ederim ki, siz ne derseniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum.” dedi.

Sonra müslüman muhacirlere dönerek “Sizi ve yanından geldiğiniz zât’ı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki “O Allah’ın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil’de görmüştük. O Resûlü, Meryem oğlu İsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecavüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden birini üzüntüye sokmam dedi. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için: “Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasp ettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken ve halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı!” diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi. Kureyş elçileri de, Necâşî’nin huzurundan suçlu suçlu ayrıldılar.

Elçiler gittikten sonra bir gün, Necâşî eski elbiselerini giyip sarayından çıkdı. Başında taç ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Cafer’i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik’i bu vaziyette görüp sustular. Necâşî, Cafer’e (r.a.) “Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş. Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bin Rebîa, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar dedi. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra:

“Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?” dedi. Necâşî, “İncilde gördüm ki, Hak teâlâ. kullarına bir nimet verdiği vakit bu nimeti başkasına haber veren kimsenin tevazu yapması gerekir. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsan eylemiş, bunu size haber vermek için böyle yaptım” dedi.

Hz. Ümmü Seleme sözlerine şöyle devam etti: “Biz böyle sıkıntısız bir halde yaşarken bir kişi çıkarak, hükümdara rakip olmuş, Habeş Sultanlığını, Necâşî’nin elinden almak istemişti. Buna son derece üzülmüştük. Bilmediğimiz, tanımadığımız birisi başa geçer de bize hürriyet tanımaz diye endişe ediyorduk Necâşî, Nil nehrini geçerek bu rakibi ile karşılaştı. (Müslümanlar, içlerinden birinin Nil’i geçip, durumu araştırmasını istediler. Müslümanların en genci olan Hz. Zübeyr bir su tulumunu şişirip, göğsüne dayamış ve yüzerek nehri geçmişti. Müslümanlar, Necâşî’nin galip olması için duâ ediyorlar, O’nun bütün Habeşistan’a hâkim olmasını istiyorlardı. Kısa zamanda Hz. Zübeyr müjde haberini getirdi. Necâşî muvaffak olmuş, müslümanlar da onun himayesinde olarak rahat yaşamışlardı.”

Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer ve beraberindeki müslümanlar, Habeşistan’dan Medine’ye geldiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında (m. 628), Hudeybiye’den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber’de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Cafer bin Ebî Talib ile karşılaşınca, Hz. Cafer’in alnından öpüp bağnna bastı ve “Ben Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine hem de yurduma hicret ettiniz” buyurdu.

Hz. Peygamberimiz, mescidinde, öğle namazından sonra Eshâb-ı kirâm ile birlikte oturdular. Müslümanlar Allah yolunda cihada çıkacaklardı. Peygamber efendimiz: “Zeyd bin Hârise’yi, cihada çıkacak olan şu insanların başına kumandan tayin ettim. O şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar.” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) tarafından uğurlânıp yola çıkan mücâhidler yollarına devam ettiler. Şam topraklarından (Maan) denilen yere varınca biraz dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken (Meşarif) diye anılan köyde düşman askerlerinin yaklaşmakta olduğunu görünce, hemen Mûte’ye çekilip, savaş düzenine girdiler.

Hz. Ebû Hureyre buyuruyor ki: “Biz, Mûte’de müşrik askerlerinin sayı bakımından, silâh ve at bakımından bizimle karşılaştırılamayacak kadar, çok olduklarını gördük. Bunlara karşı kimse dayanamaz gibi görünüyordu. Ayrıca müşrik askerleri, (altın, ipek ve atlas gibi) maddî bakımdan bizden çok imkânlara sahipti.” Bildirildiğine göre, Rum ordusu 100 bin, buna karşı İslâm ordusu sadece üç bin kimse idi.

İki taraf arasında çok şiddetli bir muharebe başladı. Müslümanların başında bulunan Hz. Zeyd bin Hârise’nin elinde Peygamber efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleri ile, mübârek vücudu parçalanıp, kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı ve şehîd oldu. Bundan sonra Hz. Cafer hemen sancağı kaptı. Bu sırada, mel’ûn şeytan geldi. Hz. Cafer’i, Allah yolunda cihaddan alıkoyabilmek için çeşitli vesveseler vermek istedi ise de Cafer (r.a.) hiç itibar etmedi. Hemen zırhını giydi. Elinde sancak olarak atını düşmana doğru sürdü. Düşman askerleri Hz. Cafer’in heybetinden korkup, “Bunun hakkından kim gelecek” diye aralarında konuşmaya başladılar, içlerinden birisi “Ben” dedi. Hz. Cafer, düşman askerlerinin arasına iyice, dalmıştı. Şehîd olacağını anladı, bir eli kesilince sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için pazılarıyla göğsüne kaldırdı. Nihayet mızrak ve kılıç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vücudunda yetmişten fazla mızrak, kılıç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi.

Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil (a.s.), Peygamber efendimize bildirmiş, Hz. Peygamberimiz de müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi Eshâb-ı kirâm “Yâ Resûlallah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor” dediklerinde, üzüntülerinin sebebinin Eshâbının şehîd düşmeleri olduğunu bildirmişler, bu üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette, karşılıklı tahtlar üzerinde oturduklarının kendiline gösterilmesine kadar devam ettiğini beyân etmişlerdi. Cafer Tayyar’ın (r.a.) hanımı Hz. Esma binti Umeys anlatıyor: “O gün ekmek yapacağım hamuru yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah (s.a.v.) teşrif etti. Çocukları istedi. Getirdim onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. “Ey Allah’ın Resûlü! Niçin ağlıyorsunuz. Yoksa Cafer (r.a.) ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi” diye sordum. Peygamberimiz (s.a.v.) “Evet, onlar bu gün şehîd oldular” buyurdu. Bunu duyunca ağlamaya başladım. Kadınlar başıma toplandı. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ağzımdan uygun olmayan bir sözün çıkmamasını” tenbîh edip, evlerine gittiler. Kerîmesi Hz. Fâtıma’nın yanına vardı. O da ağlıyordu. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Cafer’in (r.a.) ailesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu.”

Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil (a.s.) gelerek, Hz. Cafer’in kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yakuttan iki kanat ihsan olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Cafer’in ailesine “Ey! İki kanatlı mes’ûd kimsenin çocukları” diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Cafer, Tayyâr= uçan ismiyle tanınmıştır. Şehîd olduğu sırada kırkbir yaşında idi. Sima olarak ve güzel huyları ile Hz. Peygamberimize çok benzerdi. Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Hureyre diyor ki: Cafer (r.a.), fakirleri sever, onlarla otururdu. Onlarla konuşur ve onları dinlerdi. Peygamber efendimiz, O’nu (fakirlerin babası) diye künyelendirmişti.”

KAYNAKLAR

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-992
2) Eshâb-ı Kirâm sh-206
3) Müsned-i İbn-i Hanbel cild-1, sh-201
4) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-1, sh-356, 362
5) El-Kâmil fi’t-târih cild-2, sh-37, 38
6) İnsân-ül-uyûn cild-1, sh-338, 341
7) El-İsâbe cild-1, sh-237
8) El-İstiâb cild-1, sh-210
9) Târîh-ul hamîs cild-1, sh-237, 330
10) İbn-i Haldun Târîh cild-2, sh-178
11) Sahîh-i Buhârî cild-5, sh-85

İslam Ansiklopedisi’nden alıntılandı.

Takip Et Ergunca:

Herkes Cennete Gitmek İster ama Hiç Ölmeden Cennete Gidilir mi?

Son yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir